Çağıl çağıl ağustos kokuyor. Sıcak desem, sıcak. Rüzgar desem, rüzgar. Sana masmavi bir gökyüzü, sana ağustos gecelerini bıraktım. Sen bana şubat soğuklarını terk ettin.
Hani Nazım Vera’ya demişti ya:
“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana

Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm”

Güçsüz gidişlerim var benim. Sessiz, unutulmuş, tenha gidişlerim… Sararmaya bile imkan bulamamış gidişlerim… İş sağlığı ve güvenliği yönetmeliği değil bu gidişler. Ne de Covid-19 pandemisi. Oysa cümlelerim bitsin istemezdim. Sıralı zaman gibi akan cümlelerim cıvıldasın isterdim kulaklarında. Heyhat! ağustos böceklerinin sesine hasret kaldık yine. Selamın karaborsaya düştüğ enflasyonları yaşıyoruz şimdi.

İnsan, ümitle yaşamak istiyor. Halbuki bilmiyor ki ümit yalnızca işkenceyi uzatır. Ümit ettikçe acıları ötelenir. Sana asıl ruhu göstermek isterdim. Mecnun sevdiğinden emin, sevildiğinden kuşkulu mu sanırsın? Nietzsche’nin dediği gibi “İnsan dostunu, sevdiğini düşmanından daha zor affediyor.” Cevapları olmayan soruların kıskacındayız yine.

Hani tümülüs bakışarımız vardı bizim. Yeri geldiğinde ölü sessizliği. Yeri geldiğinde alabildiğine direniş dünyaya. Bir bakarsın ufka doğru koşarız. Bir bakarsın mezarların selvileri gibi köklerimiz uzanır sessizce. Cebimizde taşıyamadığımız skolyoz aşklar kök salıyor.

Ölümün güzel yanı ney bilir misin? Ölümün ardından bir daha ölüm diye birşey olmayışı.
Ve sevgili.
Ey sevgili.
En sevgili.
Bir yürek bir kez sever. Diğerleri yanımsama sadece. Küllerin içinden yemek artıklarıdır nasibe düşen. Rüzgara karşı tükürdüğümüzde ıslanan yalnızca kendi yanaklarımızdır. İşte sevgili. Aşktan sallanan da böyledir. Sen yağmur sanırsın. Ben dünya gökkuşağına gebe sanırım.
Ben ağladıkça, senin gözlerin güler. Sen güldükçe ben gökkuşağına bakarım.

İşte bir ağustos sabahı daha gidiyor. Karnı tok, arsız ağustos sabahı.



Süleyman Yüksel