Akşamın Kızılı



Bir ağacın gölgesinden süzülür gibi,
Kayanın dibinde sobeler gibi,
Gözlerimdeki yaşı kovalar gibi,
Güneşe hasret nice gözbebekleri
Üşüşüyor yüreğimde.



Belki bir sabah ayazında,
Belki bir akşam güneşinde,
Kapıyı tıkırdatan rüzgar gibi,
Beklemedeyim…



Oksitlenmeye yüz tutmuş,
Enerjisini yitirmiş pilin bakışında
Yuvarlanıyor zaman.
Kulakları sağır eden bir akis.



Beklenen bekleyeni,
Niye beklediğini bilememesi,
Acısı kor gibi…
Yakıyor ufukları.



Sen kızıla çalan,
Güneş kırıntıları sanırsın.
Bense kan çanağına dönmüş
Gözbebeklerimi görüyorum.



Birazdan, sahiden, maziden,
Zifiri karanlığın sobelediği kızıllık.
Yosun tutmuş kayanın kuytusunda,
Unutulan ayak izi gibi kaldım burada.



Örümcek ağının gölgesinde,
Gizlenmiş ayak izi.
Hiç bir canlının uğramadığı,
Köhne harabelerin metrukluğu yükseliyor yüreğimde.



Kelebeğin renkli pırıltılı devinimleri
Anlamlı gelir çok insana.
Bazı kaçamak serserilikler bile
Avutmuyor kimseyi.



Bazen mağlupların hayatı da önemsenir.
Bazen yenilgilerin de esamesi okunur.
Ama unutulanların değil…
Koca bir yanardağın patlaması gibi
Devriliyor gözyaşlarımız.



Hani kapıda sesin,
Hani mutfakta kokun.
Nerede gözlerimin feri…
Cephelere silah taşımaktan yoruldu gözbebeklerim.
Kışlanın askerleri geçti buradan.



Metruk kayada ben,
Akşam kızılında sen,
Gizleyerek geçtin.
Ayak izlerini,
Gözleyerek geçtin.



Yahya Kemal’in dediği gibi:
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”
Ama ne çok isterdim
Bir selamın antikaya düşmediği anları.



Hani dudaklarda o sözler:
“Akşamın olduğu yerde bekle diyorsun, gelmiyorsun
Çünkü seni çok sevdiğimi biliyorsun, gelmiyorsun”
Çağıl çağıl İlham Behlül’ün sözleri
Avni Anıl da canlanır buralarda.
Hüzzam şarkılar segâha döndü artık.



Ama Örümcek ağları
toz tuttu metruklar.
Çekirge ötüşü duyulur uzaklarda.
Büyüyor gözbebekleri.



Belki bir yılbaşı,
belki sevgililer günü,
Belki doğum günüdür özlenen.
Ama siyaha dönen kızıllıkta,
Retinal boşluklar sarıyor parmaklarımı.



Sevgili.
Dışarıda yağmur yağıyor.
Dudaklarımda unutulmuş bir nefes.
Kulakları sağır eden askerler koşuşturuyor,
Dolu dizgin.



Mızrakların burçlarında,
Gözbebeklerim kanıyor.
Mızrakların kabzasında
Yüreğimin devinimleri patlıyor.



Reşat Nuri’nin dediği gibi,
Balıkesir Muhasebecisi’nin git gelleri,
Kapının acıtan menteşeleri
Parmaklarımda donuyor.



Nasıl bir pranganın kıskacı
kanırtıyor kemiklerimi bir bilebilsen.
Alpay’ın dediği gibi:
“Sen benim ömür boyu bekleyip gelmeyenimsin,
Bir gece habersiz gidip de dönmeyenimsin,”
Dökülen bu yaşlar, özlemler senin için.



Bir ateş yanıyor,
İçimde senin için,
Kalbim de senin için,
Bulutlar çoğalıyor,
Beyazlar senin için,
Siyahlar benim için



Artık kalbim dinmiyor.”
Daha ne kaldı geriye?
Ne kaldı beklenenden,
Ne kaldı bekleyenden
Kim bilir.



Zerrin Özer’in sesinde canlanan,
Çiğdem Talu’nun kalbinden havalanan
Melih Kibar’ın parmaklarında anlamını bulan
O şarkıda söylendiği gibi;



“Her şey seninle güzel,
yolda yürümek bile
Olmayacak düşlerin peşinde koşmak bile
Her şey seninle güzel bu toprak bu taş bile
İçimdeki bu korku gözümdeki yaş bile.”



İşte pelesenk bir namenin tınıları
Yükseliyor buralarda.
Yıldızların karanlığa gömüldüğü,
akşamın kızıllığı yuttuğu,
güneşin aydınlığa hasret,
benim nefesine aç
bir çok dize, tını yükseliyor…



Karanlığı, aydınlığın açlığı sanır insanlar.
Geceyi, güneşin yoksunluğu sanırlar.
Ya senin yokluğun
hangi açlığın tarifi sayılabilir?



Kitapların acze düştüğü,
gözlerin ferinin gittiği,
Ayın bile dolunay olmaya hicap ettiği,
Yoksunluklar bunlar.



Mezardaki bir ölü, ölü müdür?
Yoksa nefes almayı unutan yoksunluk mudur?
Ayaklarım donuyor.
Gözlerim sönüyor.



Lirik bir gözyaşının buğusunda,
Çaylar demleniyor…
İşte sonu gelmez bir orucun iftarı…
sonu gelmeyen demler bunlar…



Isısını yitirmiş zemheri bunlar…
İftarı olmayan oruçlar soluyor.
Kurumuş bir dalın ucunda
gözbebeklerim akis buluyor.
Bir gün mağlupların hayatının yaşanmaya değer olduğunu,
Sen de anlayacaksın.



Kaybedilen nice nefesin
iftarsız oruçların açlıkları
olduğunu fark edeceksin.
Bir sarmalın harmanladığı
beyin akisleri son buluyor işte…



Sevgili.
Değirmenimin öğüttüğü nice toz bulutu
göğe yükselir.
Yükselir de ruhumun karanlıkları zamanı yakalar belki…
Yakalayamadığı düzlemde selvilerle
yarışacak bezginliği yutağında harmanlar.



Saçlarımızın gümüşe döndüğü
vaktin sararmış benizlerinden
işte gizlenen ayak izi…
Nice eyvahın serseri tıkırtıları arasında
camın buğusunda resmettim seni.



Bir selamın karaborsaya düştüğü
harabe yılkısı gibiyim…
Nasıl unutulur,
ruhların ölümsüzlüğü nasıl resmedilir?
Tabut içinde gül içire,
nice yağmur taneleri düşüyor örümceklerden.



Ağın hıfsettiği hasret tütsüleri
kaldı buralarda.
Hani “Tabutuma yaslanıp yaşayacağım.” demiştim.
Çivilerinin pasa döneceğini hesap edemedim.



Ve bir gün. Bir gün. hortlar gibi,
Edna’da volkan patlar gibi,
Eyüp Peygamberden düşen etler gibi
her kelimenin ısıttığı cam buğusu gibi bekleyeceğim.



Süleyman Yüksel