Nazım Hikmet

Hayatı


Nâzım Hikmet Ran



Doğum Mehmed Nâzım 14 Ocak 1902 Selânik,
Ölüm 3 Haziran 1963 Moskova, SFSC,
Defin yeri Novodeviçi Mezarlığı, Moskova



Mahlasları; Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman, Ercüment Er
Takma ad Güzel Yüzlü Şair · Mavi Gözlü Dev



Meslek
Şair,Romancı,Oyun yazarı



Vatandaşlık Osmanlı (1902-1922)
Türkiye (1922-1951)
Polonya (1951-)
Türkiye (2009-)



Eğitim Bahriye Mektebi (1915-1918)
Alma mater Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (1921-1924)



Dönem Cumhuriyet Dönemi
Edebî akım Toplumcu Gerçekçilik · Fütürizm
Evlilik Nüzhet Hanım (1924)
Lena Yurçenko (1926)
Piraye Altınoğlu (31 Ocak 1935 – 23 Mart 1951)
Vera Tulyakova (1959-1963)
Partner Münevver Berk (1948-1951)
Galina Grigoryevna (1952-1959)
Çocuklar Mehmet Nâzım (Ran) (1951-2018)
Memet Fuat (1926-2002) (üvey)
Akrabalar Celile Hikmet (annesi)
Ali Fuat Cebesoy (dayısı)
Oktay Rifat (kuzeni)
Refik Erduran (kayın biraderi)



Nâzım Hikmet Ran ya da Türkiye’den ayrıldıktan sonraki soyadı ile Nâzım Hikmet Borzecki (14 Ocak 1902; Selânik, Osmanlı İmparatorluğu – 3 Haziran 1963; Moskova, SSCB), Türk şair ve yazardır. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır. Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir.
Komünist siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiş; Türkiye’de 11 ayrı davadan yargılanarak İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre hapis yatmıştır. Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. 1951 yılında Türkiye’den ayrılması sonrasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılmış; bu karar ölümünden 46 yıl sonra, 5 Ocak 2009 tarihinde iptal edilmiştir.
1963 yılında Moskova’da kalp krizi sonucu ölmüştür. Mezarı hâlen Moskova’dadır.



Yaşam öyküsü



Ailesi
Babası, Matbuat Umum Müdürlüğü ve Hamburg Şehbenderliği yapmış olan Hikmet Nâzım Bey’dir (d. 1876). Hikmet Bey, Diyarbakır, Halep, Konya ve Sivas gibi illerde valilikler yapmış olan Mehmet Nâzım Paşa’nın (ö. 1926) oğludur. Mevlevi tarikatından olan ve özgürlükçü fikirlere sahip Nâzım Paşa, Selanik’in son valisidir.
Annesi Ayşe Celile Hanım (d. 1880), dilci ve eğitimci de olan Hasan Enver Paşa ile Leyla Hanım’ın kızıdır; piyano çalan, resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Hasan Enver Paşa Polonya’dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu’na göç eden ve Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celalettin Paşa adını alan Konstantin Borzecki’nin (Lehçe: Konstanty Borzęcki, d. 1826 – ö. 1876) oğludur. Mustafa Celaleddin Paşa, Osmanlı Ordusu’nda subay olarak görev yapmış ve Türk tarihi üzerine önemli bir eser olan Les Turcs anciens et modernes (Eski ve Yeni Türkler) kitabını yazmıştır. Celile Hanım’ın annesi Leyla Hanım ise Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa’nın, yani Ludwig Karl Friedrich Detroit’in kızıdır. Celile Hanım’ın kız kardeşi Münevver Hanım, şair Oktay Rifat’ın annesidir. Oğlu Nâzım tarafından “Alman, Polonyalı, Gürcü, Çerkes ve Fransız kökenli” olarak tarif edilen Celile Hanım, 3/8 Çerkes, 2/8 Leh, 1/8 Sırp, 1/8 Alman, 1/8 Fransız (Huguenot) kökenliydi. Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Nâzım Bey ile annesi Ayşe Celile Hanım 1901 Şubat ayında evlendiler.



Çocukluğu



Nâzım Hikmet, Mehmed Nâzım adıyla 15 Ocak 1902 tarihinde Selânik’te doğdu. O sırada Hariciye Nezareti memuru olarak Selanik’te çalışan Hikmet Bey, Nâzım’ın çocukluğunda memuriyetten ayrıldı ve ailesiyle birlikte, Halep’te bulunan babasının yanına gitti. Burada bulundukları sırada Hikmet-Celile çiftinin biri Ali İbrahim, diğeri Samiye adında iki çocuğu oldu, fakat Ali İbrahim dizanteriye yakalanıp öldü. Nâzım Paşa’nın Diyarbakır’a atanmasıyla birlikte, Hikmet Bey ve ailesi de Diyarbakır’a taşındı. Ancak burada bunalan Hikmet Bey, ailesiyle birlikte İstanbul’a taşındı. Hikmet Bey’in İstanbul’daki iş kurma denemeleri de iflasla neticelenince memuriyet hayatına geri döndü. Fransızca bildiği için 28 Şubat 1914’te Matbuat-ı Umumiye çevirmenliğine atandı. Bu sırada 1910 yılında emekli olan Nâzım Paşa da İstanbul’a, oğlunun yanına taşındı.



Nazım Hikmet, Heybeliada Bahriye Mektebi’nde öğrenciyken
Nâzım Hikmet, ilk öğrenimini Göztepe Taş Mektebinde tamamladı. İlk şiiri Feryad-ı Vatan’ı 3 Temmuz 1913’te yazdı. Aynı yıl Mekteb-i Sultanide ortaokula başladı, fakat bu okulun pahalı olması nedeniyle Nişantaşı Sultanisine geçti.
Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirini Bahriye Nazırı Cemal Paşa’ya okuyunca Bahriye Mektebine gitmesine karar verildi. 25 Eylül 1915’te Heybeliada Bahriye Mektebine girdi. O sırada Yahya Kemal de bu okulda öğretmenlik yapmaktaydı. Yahya Kemal’in, Nâzım’ın annesi Celile Hanım’la ilişkisi olduğu söylentileri, Hikmet-Celile çiftinin arasını bozdu ve çift, bir süre sonra boşandı. Hikmet Bey daha sonra Cavide Hanım’la evlendi, ondan Metin ve Fatma (Melda) adlarında iki çocuğu oldu; 1918-1922 yılları arasında Hamburg Başkonsolosu olarak görev yaptı. Celile Hanım ise resim dalında eğitim almak için Paris’e gitti.



Nâzım’ın Mehmed Nâzım imzasıyla yazdığı ve ilk yayımlanan şiiri olan Hala Servilerde Ağlıyorlar mı? 3 Ekim 1918’de Yeni Mecmua dergisinde çıktı. Nâzım aynı yıl 26 kişi içinden 8. olarak Bahriye Mektebinden mezun oldu. Karne değerlendirmelerinde zeki, orta derecede çalışkan ve ahlakî tavırları iyi bir öğrenci olmakla birlikte, elbisesine özen göstermediği ve sinirli olduğu belirtilmektedir. Mezun olduğunda dönemin okul gemisi Hamidiye gemisine güverte stajyer subayı olarak atandı. 1919 kışında zatülcenp hastalığına yakalandı, birkaç ay süren tedavisi sırasında sağlık kurulu 1920 Mayıs ayında Nâzım’ı askerlikten çürüğe çıkardı.



Millî Mücadele dönemi



Millî Mücadelenin ilk yılını hasta olarak geçiren Nâzım Hikmet, 19 yaşındayken, 1921 Ocak ayında arkadaşı Vâlâ Nureddin ile Kurtuluş Savaşına katılmak üzere ailesinden habersiz Anadolu’ya geçti. İnebolu’ya vardığında Anadolu halkının, özellikle köylünün çileli yaşayışını yakından gördü. Bu sırada Spartakistlerden Sadık Ahi (Mehmet Eti) adlı bir sosyalistle tanıştı ve ondan yeni fikirler öğrendi. Yedi günlük yaya yolculuk sonrasında Ankara’ya ulaştı. Cepheye gönderilmedi, Tedrisat-ı Taliye Müdürü Kâzım Nâmi’nin (Duru) yardımıyla 14 Haziran 1921’de Bolu Sultanisi kısm-ı iptidai muallimliğine atandı. Burada bir süre öğretmenlik yaptı, çevrenin tutucu olması nedeniyle zorlandı, hatta Milli Mücadeleye karşı padişahı destekleyen kişilerin düşmanlığını kazandı.
Ağustos 1921’de Bolu’dan ayrıldı. Düzce, Akçakoca, Zonguldak ve Trabzon’dan geçerek 30 Eylül’de Batum’a ulaştı. Burada bir süre yaşadı, yolculuğunda kendisine eşlik eden Vâlâ Nureddin’in yanı sıra Batum’da tanıştığı Ahmet Cevat (Emre) ve Şevket Süreyya (Aydemir) ile Temmuz 1922’de Tiflis’ten Moskova’ya gitti.
Moskova dönemi (1922-1928)
Nâzım Hikmet Temmuz 1922’de Moskova’ya vardığında Ekim Devrimi sonrasında başlamış olan Rus İç Savaşının son ayları yaşanıyordu. Nâzım Türkiye Komünist Partisi üyesi olarak burada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesinde felsefe, siyasal bilimler ve iktisat dallarından oluşan Marksizm-Leninizm eğitimi aldı.
Moskova’da SSCB’nin ilk yıllarına tanık oldu. Rus avangart şiirini inceledi; Bagritski, Mayakovski, Selvinski, İnber, Panov gibi edebiyatçıların eserlerini tanıdı. Rus fütüristleri ve konstrüktivistlerinden esinlendiği bu dönemde klasik biçimden sıyrılarak yeni bir biçim geliştirmeye başladı. 1923 Ocak ayında Mayerhold Tiyatrosunda düzenlenen Uluslararası Sanat Gösterisinde Yeni Sanat başlıklı şiirini okudu. 1924’te yayınlanan ve Türkiye Komünist Partisinin (TKP) kurucularından Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının 28-29 Ocak 1921’de Trabzon açıklarından boğularak katledilmelerini anlatan ilk şiir kitabı 28 Kanunisani Moskova’da sahnelendi.
Ekim Devriminin lideri Lenin’in 24 Ocak 1924 günü ölmesi üzerine Nâzım, Lenin’in mezarında beş dakika nöbet tuttu.
Nâzım Hikmet Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesinden mezun olup 1924 Aralık ayında Türkiye Komünist Partisinin ülke içindeki faaliyetlerine katılmak üzere yurda döndü fakat sadece yedi ay kalabildi. Bir yandan babasının çıkardığı Sinema Postası dergisinin teknik işlerine yardım etti, bir yandan da Türkiye Komünist Partisinin legal yayın çalışmalarında görev aldı. Bunlardan Aydınlık dergisine yazılar ve şiirler yazdı, 21 Ocak 1925 tarihinde yayımlanmaya başlayan Orak-Çekiç gazetesine de yazdı, bu gazeteyi sokaklarda sattı. Polis takibine takılması üzerine gizlice İzmir’e gitti.
1925 Mart ayında çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu aracılığıyla liberal, sosyalist her türlü muhalif kuruluşlar ve yayın organları kapatıldı, birçok yazar tutuklandı. Nâzım Hikmet aranmasına rağmen bulunamadı, İstiklal Mahkemesinde gıyaben yargılandı ve 12 Ağustos 1925 tarihinde gizli komünist partisi üyeliğinden 15 yıl kürek mahkumiyetine çarptırıldı. Ay sonunda gizlice İstanbul’a gitti, annesinin yanına uğradı ve bir takaya binerek dönemin TKP lideri Şefik Hüsnü ile birlikte yurt dışına çıkıp TKP’nin 1926 Viyana Konferansına katıldı ve yeniden Moskova’ya gitti.
Türkiye’ye dönüşü (1928-1935)
1 Mart 1926 tarihinde kabul edilen Türk Ceza Kanunu uyarınca bir yıl önce aldığı 15 yıllık hapis cezası 1 yıla inince, Nâzım Hikmet yurda dönmek için Türkiye Büyükelçiliğine birkaç kez başvurdu fakat olumlu sonuç alamadı. Bunun üzerine Temmuz 1928’de partili yoldaşı Laz İsmail (1970’lerde TKP genel sekreteri olan, Marat kod adlı İsmail Bilen) ile birlikte ülkeye sahte pasaportla girdikten sonra Hopa’da yakalanıp burada iki ay tutuklu kaldıktan sonra Rize’ye, oradan İstanbul’a, oradan da Ankara’ya sevk edildiler. Burada Nâzım’ın 1925 İstiklal Mahkemesi mahkumiyet hükmü kaldırıldı, ikisine sahte pasaport kullanmaktan üç ay ceza verildi, fakat tutukluluk süreleri mahkumiyet süresini aşmış bulunduğu için serbest bırakıldılar.
Nâzım, Ankara’da eski TKP yöneticilerinden olup 1927 Tevkifatı sonrası Kemalizm ile uzlaşmayı tercih eden Şevket Süreyya Aydemir ve başkaları tarafından ya da onlar aracılığıyla kendisine yapılan Halkevi bünyesinde çalışma teklifini geri çevirip İstanbul’a gitti ve 1929’da Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel’in çıkardığı Resimli Ay dergisinin kadrosuna katıldı. Bu arada Muhsin Ertuğrul, Cemal Reşit Rey, Peyami Safa gibi ünlü isimlerle de çalıştı. Kısa sürede ülke çapında tanınan bir şaire ve düşünce adamına dönüştü.
835 Satır adlı şiir kitabı edebiyat çevrelerinde geniş yankı uyandırdı; Ahmet Haşim gibi şairlerin övgüsüyle karşılaştı. Fakat bu süreçte Nâzım Hikmet’in Putları Yıkıyoruz başlığı altındaki yazı dizisinde eski edebiyatı yıkmak ve yeninin temellerini atmak yönündeki fikirleri, dönemin önde gelen edebiyatçılarının tepkisini çekti.
1+1=1, 835 Satır, Jokond ile Si-Ya-U, Sesini Kaybeden Şehir ve Varan 3 adlı kitapları hakkında açılan davalar beraatla sonuçlandı. Kafatası adlı oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosunda sahneye kondu.
Bu dönemde Nâzım, TKP içerisinde de hızla öne çıktı. Fakat parti içinde Komintern’den Moskova-Ankara hükümetleri arasındaki ilişkiler olumlu seyrederken TKP’nin Kemalist rejime karşı sert muhalefet yapmaması yönünde gelen talimatlara itiraz eden “devrimci muhalefet” hareketinin liderliğini yapmasının ardından arkadaşlarıyla birlikte Troçkist vb. olmakla suçlanıp 1932’de partiden atıldı.
Bir süre görece rahat bir dönem yaşanıp ardından yine baskılar artınca Nâzım yirmiye yakın takma ad kullanarak yazmaya devam etti. Destanlarla öne çıkan ustalık döneminin ilk kitabı sayılan Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936) Türkiye’de sağlığında yayımlanan son eseri oldu. Bu tarihten 1968 yılına kadar eserlerinin Türkiye’de basım ve yayımı yasaktı.



Nâzım Hikmet Çankırı Cezaevinde
Hapis hayatı (1938-1950)
Yargılandığı davaların listesi
Nâzım Hikmet ordu mensupları arasında komünizm propagandası ve örgütlenme faaliyetleri yürüttüğü iddiasıyla 17 Ocak 1938 gecesi gözaltına alındı, sonra Ankara’ya gönderildi. Harp Okulu Komutanlık Askerî Mahkemesinde “askerî kişileri üstlerine karşı kışkırtmak” suçlamasıyla yargılandı. 29 Mart 1938 tarihinde on beş yıl ağır hapsine ve ömür boyu kamu hizmetlerinden men edilmesine karar verildi. Aynı fiillerinden ötürü ayrıca Ağustos ayında 1938 Donanması Davası olarak da bilinen davada da o dönem TKP’nin önde gelen isimlerinden Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte “donanmayı isyana teşvik” suçundan yargılanıp herhangi bir tanık veya kanıt olmamasına rağmen yirmi yıl ağır hapis cezası aldı. Böylece toplam hapis cezası, birtakım indirimlerden sonra, 28 yıl 4 ay oldu.
31 Ağustos 1938’de İstanbul Tevkifhanesine, oradan da 1940 Şubat ayında Çankırı Cezaevine gönderildi. Burada birlikte kaldığı Kemal Tahir ile dostluğu daha sonra mektuplarla sürdü. Çünkü sağlığının bozulması üzerine aynı yılın Aralık ayında Bursa Cezaevine nakledildi. Burada ise Orhan Kemal ve Balaban ile birlikte kaldı. Tüm bu süre zarfında edebi çalışmalarına cezaevinden devam etti, ailesi ve arkadaşlarıyla mektuplaştı. Cezaevindeyken Kuvâyi Milliye Destanı, Memleketimden İnsan Manzaraları gibi sayısız eserler üretti.
Cezaevinde kaldığı yıllar boyunca hakkında verilen kararın bozulması için çabalarını sürdürdü. Gerek büyük dayısı Ali Fuat Cebesoy ve başkaları aracılığıyla yapılan çabalar gerekse doğrudan kendisinin “Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.” gibi ifadeler içeren dilekçesi vb. hiç fayda etmedi.
Bu sırada, Komintern 1935’ten itibaren İtalya’da Faşizm ve Almanya’da Nazizm karşısında demokrasiyi savunmak için geniş birleşik cephe oluşturma politikası izlemiş, 1939’da başlayan II. Dünya Savaşı sırasında, özellikle 1941’de Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmasının ardından bu politika uluslararası anti-faşist cephe oluşturulmasına yol açmış ve bu süreçte Nâzım da yeniden parti çizgisine uygun hareket eder olmuştu. 1945’te II. Dünya Savaşı sona erdiğinde bir yandan Türkiye’de tek parti rejiminden çok partili demokrasiye geçiş sancıları yaşanıyor, bir yandan da uluslararası planda yavaş yavaş Soğuk Savaş rüzgarları hissedilmeye başlıyor ve bu koşullarda tek cephe politikaları sürdürülmeye çalışılıyordu. 1945 yılı sonunda Komünist Partililerle Demokrat Partililerin Sabiha Sertel yönetiminde Görüşler adlı bir ortak dergi çıkarmaları dergi 1. sayısının çıkmasının hemen ardından patlak veren Tan Olayı ile tırmanan gerginlik ortamda akamete uğramış olsa da bunu 1949 yılında yine Demokrat Parti çevresinden birinin, Vatan gazetesinin liberal demokrat sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın Nâzım Hikmet’e özgürlük kampanyası başlatması izledi.
Bursa’ya gidip cezaevinde Nâzım’la görüşen Ahmet Emin Yalman’ın 19 Ağustos 1949 tarihli gazetesinde Tevfik Fikret ve Nâzım Hikmet başlıklı başyazısını yayınlaması Nâzım Hikmet’in hapis sürecinde bir dönüm noktası oluşturdu. Liberal gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın tek parti rejimi tarafından haksız yere hapsedilen komünist şair Nâzım Hikmet’in serbest bırakılması için bu şekilde başlayan bir dizi yazısı ve gazetenin avukatı olup bu aşamada Nâzım’ın avukatlığını da devralan Mehmet Ali Sebük’e yaptırdığı on yazıdan oluşan bir inceleme sonucunda kamuoyunda Nâzım Hikmet’in bir “adli hata” yüzünden cezaevinde olduğu görüşü ağırlık kazandı.
Avukatların yanı sıra Adnan Adıvar, Adnan Cemgil, Adnan Saygun, Ahmet Emin Yalman, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ali Naci Karacan, Bedri Koraman, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Behice Boran, Cahit Sıtkı Tarancı, Falih Rıfkı Atay, Gazanfer Özcan, Halide Edip Adıvar, Hilmi Ziya Ülken, Mazhar Osman Uzman, Mehmet Ali Aybar, Melih Cevdet Anday, Mina Urgan, Mustafa Ekmekçi, Nadir Nadi, Neyzen Tevfik, Nurullah Ataç, Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Refit Halit Karay, Sabahattin Eyüboğlu, Sabiha Sertel, Vâlâ Nureddin ve Zekeriya Sertel gibi aydınlar topluca imzaladıkları dilekçelerle cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye başvurdular. Yurt dışında da sanatçıların, hukukçuların öncülüğü ile benzer girişimler yapıldı. Paris’te Tristan Tzara’nın öncülüğünde “Nâzım Hikmet’i Kurtarma ve Yapıtlarını Yayma Komitesi” kuruldu; Albert Camus, Picasso, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Aragon ve Yves Montand gibi aydın ve sanatçılar bu oluşuma destek verdiler. Birleşmiş Milletler nezdinde danışma organlarından biri statüsünde olan Uluslararası Hukukçular Derneği 9 Şubat 1950’de Nâzım Hikmet’in serbest bırakılması isteğiyle meclis başkanı ile milli savunma ve adalet bakanlarına birer mektup gönderdi.
İktidarın bu konuda bir türlü adım atmaması ve meclisin gündeminde bulunan af kanununu çıkarmadan tatile girmesi üzerine Nâzım 8 Nisan 1950’de açlık grevine başladı. Bu kamuoyunda büyük yankı uyandırıp imza kampanyaları başlatıldı, Nâzım Hikmet adlı bir dergi çıkarıldı. 9 Mayıs 1950’de annesi Celile Hanım, 10 Mayıs’ta şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat da açlık grevine başladılar. CHP oylarının %40’ın altında kaldığı, Demokrat Partinin oyların %55’ten fazlasını alarak iktidara geldiği 14 Mayıs seçimleri sonucunda ortaya çıkan yeni durum üzerine, yeni meclise ve hükümete zaman tanımak için avukatların ve dostlarının ricasıyla 19 Mayıs’ta greve ara verdi. Sonunda 14 Temmuz’da meclisten çıkarılan genel af kanununun ertesi gün Resmi Gazete’de yayınlanmasıyla 15 Temmuz 1950’de, 12 yılı aşkın aralıksız hapis hayatının ardından özgürlüğüne kavuştu.
22 Kasım 1950’de Dünya Barış Konseyi tarafından Julius Fučík, Pablo Picasso, Pablo Neruda, Paul Robeson ve Wanda Jakubowska ile birlikte kendisine Uluslararası Barış Ödülü verildi. Kendisi katılamadığı için törende onun adına ödülü alıp kabul konuşmasını yapan Neruda oldu.



Sürgün dönemi



Serbest bırakıldıktan sonra – yasal olarak yükümlülüğü olmamasına rağmen – askere çağrılınca, kötüleşen sağlık durumu da göz önünde bulundurulduğunda öldürülmek istendiği endişesiyle 17 Haziran 1951’de barış ödülü parasının bir kısmıyla satın aldığı ve kayınbiraderi Refik Erduran’ın kullandığı sürat motoruyla İstanbul’dan Karadeniz’e açılarak Romanya üzerinden Moskova’ya gitti. Bir daha Türkiye’ye dönemedi.
Ayrılışından bir ay sonra, 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Bu gelişme üzerine “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından –hey gidi dünya– çıkarılmışım. Beni Türklükten, halkımın evlâdı olmaktan, milletime ölümsüz bağlı bulunmaktan kimse, hiçbir kuvvet çıkaramaz, ayıramaz” açıklamasında bulundu.
Sovyetler Birliği’ne 1920’li yıllar ve 1930’ların başlarından farklı olarak II. Dünya Savaşında faşizmi yenilgiye uğratan Kızıl Ordunun başkomutanı Stalin’e sevgi ve saygı duyarak geldi. Fakat Stalin ve Sovyet komünist partisi politbürosu Nâzım konusunda temkinli bir politika izledi. Gelir gelmez Nâzım’a en iyi sağlık hizmeti sağlanması, Moskova’da büyük bir daire tahsis edilmesi ve Rusça basılan eserleri için en yüksek seviyeden telif ödenmesi için politbüro kararı çıkarıldı fakat siyasi konularda, parti işlerinde ona güvenilmiyordu. Nâzım da Stalin Rusyasında toplumun tamamen susturulmuş ve sindirilmiş olduğunu, bürokratizmin ve kişiye tapınmacılığın hüküm sürdüğünü, hatta birçok TKP’li yoldaşının Sibirya’daki kamplara sürüldüğünü ve Stalin’in terör rejimi altında öldüğünü öğrendikçe bunlara tepki duyuyor fakat içinde bulunduğu şartları dikkate alarak düşüncelerini sadece eş dost arasında dillendirip kamuyu önünde resmi politikaya uygun hareket ediyordu.
Ağırlıkla Nâzım’ın getirdiği bilgiler ve fikirleri ile Sovyet komünist partisine “TKP MK Politbüro üyesi Marat ve TKP üyesi Nâzım Hikmet” imzasıyla sunulan 23 Temmuz 1951 tarihli raporda Türkiye’deki durumun etraflı bir analizi yapıldıktan sonra TKP’nin güçlendirilmesi için çeşitli öneriler ve yardım talepleri yer alıyordu. Bunlar arasında yurt dışına yasal yoldan çıkamayan TKP yönetici ve üyelerinden Reşat Fuat Baraner, Mehmet Ali Aybar, Sabiha Sertel ve Kemal Tahir ile sempatizanlardan Zekeriya Sertel ve Yıldız Sertel’in yasa dışı şekilde çıkarılmasına yardım talebi de vardı (oysa o sırada Sertel ailesi zorlukları sonunda aşarak çoktan Paris’e varmışlar, Moskova’da olduğunu öğrendikleri Nâzım’la temas kurmaya çalışıyorlardı). Bu öneri ve yardım taleplerinden Dış Büro kurulması, (adı daha sonra Bizim Radyo olarak kararlaştırılan) “Bağımsız Türkiye Radyosu” adlı radyo yayınına başlanması gibi çoğu müteakip yıllarda adım adım uygulamaya kondu.
Nâzım’ın sürgündeki ilk uluslararası seyahati Ağustos 1951’de yine Sovyet komünist partisi politbüro kararıyla çıkan izinle ve yanında gizli servis elemanı biri olmak üzere Doğu Berlin’deki 3. Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivaline onur konuğu olarak katılmak oldu. Fakat Moskova’daki yetkililer tarafından burada genç TKP’lilerden oluşan Türkiye delegasyonu ile zaman zaman Sovyet korumasını atlatarak yaptığı kimi görüşmeler, özellikle de Sevim Belli’ye Türkiye’ye dönüp gizli parti teşkilatlarıyla irtibat kurma görevi vermesinin TKP’ye yönelik 1951 Tevkifatında önemli payı olduğu kanaati nedeniyle kendisiyle ilgili güven sorunu uzun yıllar devam etti.
Festivalin ardından, Eylül 1951’de Bulgaristan Komünist Partisinin daveti üzerine Bulgaristan’a gitti. İktidarın kurmaya çalıştığı sosyalist sisteme, kooperatifleşmeye vb. Türk ve Müslüman azınlığın entegre edilmesinde sorunlar yaşanıyordu. Sonunda yeni sistemi benimsemeyenlerin Türkiye’ye göç etmesine izin verme kararı verilmiş fakat ülke nüfusunun onda birini bulan Türklerin neredeyse tümünün göç etmeye kalkışması üzerine bunun ekonomik sonuçlarından korkularak karardan dönülmüştü. Nâzım Hikmet’ten beklenen bu sorunun çözümüne yardımcı olmasıydı. Bunun üzerine Nâzım dört gün içinde yirmi köy dolaşıp binlerce insanla görüşerek bir yandan onları Türkiye’ye göç etmekten vazgeçirmeye, diğer yandan onların sorunlarını tespit etmeye çalıştı. Sofya’ya dönünce parti ve hükümet yetkililerine şu önerilerde bulundu:
“Bu sorunu çözmek, Türk halkının burada sizlerle beraber kardeşçe yaşamasını istiyorsanız:
1- Onların dillerine, dinlerine saygı gösteriniz.
2- Onlar için Türkçe dersler veren okullar açınız.
3- Bu okullar için öğretmen okullarında öğretmen yetiştiriniz.
4- Onlar için Türkçe gazete, dergi, kitap vs. yayımlayınız.
5- Radyoda, Türkçe yayınlara ve Türk şarkılarına önem veriniz.”
Bulgar parti ve hükümetinin bu tavsiyeleri ciddiye alması sonucunda ortam yumuşadı.



Bu sürgün yıllarında politik faaliyetlerinin ağırlıklı bir bölümünü oluşturan Dünya Barış Konseyi çalışmaları kapsamında Avusturya, Bulgaristan, Çin, Doğu Almanya, Fransa, Macaristan, Küba, Mısır gibi birçok ülkeye seyahat etti, buralarda konferanslara, savaş ve emperyalizm karşıtı etkinliklerde yer aldı.
Türkiye’ye yönelik politik faaliyetleri ise Moskova Radyosu, Budapeşte Radyosu gibi radyoların Türkçe servislerinde ve 1958’de İsmail Bilen yönetiminde Leipzig’de kurulan Bizim Radyo’da Sertellerle birlikte yaptığı radyo programları ve konuşmaları oldu. Türkiye’nin ABD ve NATO yörüngesinden çıkarak bunun yerine 1920’li yıllardakine benzer şekilde Sovyetlerle dostluk ilişkilerinin geliştirilmesi konularına ağırlık verilen bu radyo konuşmalarının bir kısmı günümüze ulaşmıştır.



Ölümü



3 Haziran 1963 sabahı saat 06.30’da gazetesini almak üzere ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına yürüdüğü sırada, tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda öldü. Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli ve yabancı yüzlerce sanatçı katıldı ve törenin görüntüleri siyah beyaz olarak kaydedildi. Ünlü Novodeviçi Mezarlığında (Rusça: Новодевичье кладбище) gömüldü. Meşhur şiirlerinden biri olan Rüzgâra Karşı Yürüyen Adam figürü siyah granitten yapılan mezar taşı üzerinde ebedileştirildi.



Kişisel yaşamı
Nâzım ilk gençlik yıllarında önce Rum kökenli Marika adlı bir kızla arkadaşlık etti.
Daha sonra eski bir valinin kızı olan Sabiha’ya aşık oldu; onun için Gözleri Siyah Kadın şiirini yazdı.
1915’te İstanbul’da tanıştığı Nüzhet Hanım’la (d. 1900) 1922’de gittiği Moskova’da yeniden karşılaştı. Arkadaşlıkları ilerleyince evlendiler, fakat çok geçmeden Nüzhet Hanım hastalandı, tedavi için 1923 yılında İstanbul’a dönmek zorunda kaldı, oradan Avrupa’ya gitti. Çift 1924’te Türkiye’de bir araya geldiklerinde, Nüzhet Hanım’ın teklif ve ısrarı üzerine anlaşarak ayrılmaya karar verdiler.
Nüzhet Hanım’la ayrılmasından sonra Moskova’dan okul arkadaşı Liyolya’yla birlikte olsa da, Türkiye’ye dönmesi gerektiği ve Liyolya Türkiye’ye gelemediği için ayrılmak zorunda kaldılar.
1924-25 yıllarında Türkiye’deki yedi aylık kalışından sonra döndüğü Moskova’da tanıştığı Lena Yurçenko ile 1926 yılında evlendi. Fakat Türkiye’ye tekrar döndüğünde Lena onunla gidemedi.
Nâzım 1930 yılında kız kardeşinin arkadaşı Piraye (Altınoğlu) ile tanıştı, 1932 yılında nişanlandı. Babası Hikmet Bey, kuduz ve tetanoz aşılarını yanlışlıkla peş peşe olduğu için hastalandı ve 19 Mart 1932 günü hayatını kaybetti.
Nâzım 31 Ocak 1935 tarihinde Piraye ile evlendi, böylece hayatına üvey oğlu Memet Fuat da girdi. 1938-1950 yılları arasında hapiste kaldığı süre boyunca Piraye ile yazıştı ve bazen hapishanede görüştü.
Mahkumiyetinin son dönemlerinde, o sırada Nurullah Berk ile evli olan, dayısının kızı Münevver (d. 1917) ile yakınlaştı ve eşi Piraye ile araları açıldı. Hapisten çıktıktan sonra Piraye’den boşandı, üç gün sonra, 26 Mart 1951 tarihinde, Münevver’den olan oğlu Mehmed Nâzım dünyaya geldi.
Nâzım Hikmet 17 Haziran 1951 tarihinde Türkiye’yi terk ettikten sonra Türk hükümetinin engellemeleri nedeniyle Münevver ve oğlundan ayrı kaldı.
Temmuz 1951’de yuttaşlıktan çıkarılınca vatansız duruma düşmesinden sonra, büyük dedesi Mustafa Celâleddin Paşa’nın memleketi olan Polonya’nın vatandaşlığına geçerek Borzecki soyadını aldı.
1952 yılındaki Çin ziyaretinde kalp krizi geçirerek Moskova’ya döndüğünde dört ay hastanede kaldığı sırada tanıştığı doktoru Galina Grigoryevna ile sekiz yıla yakın bir süre boyunca birlikte yaşadı.
1956 Şubat ayında annesi Celile Hanım Ankara’da öldü.
1955’te tanışıp aşık olduğu, kendisinden 30 yaş küçük ve o sırada başkasıyla evli olan Vera Tulyakova (d. 1932) ile 1960’ta evlendi. Ardından Münevver’in Türkiye’den kaçtığını öğrendi; Varşova’da Münevver’le buluştu, fakat Vera’yla evlendiğini ve birlikte olamayacaklarını söyledi. Bu tarihten sonra hayatını Vera ile geçirdi. Münevver ve oğlu Mehmed Nâzım Ran ise Varşova’da kaldılar.



Yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına alınması
2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılan kişilerle ilgili yeni bir düzenleme yapması gündeme geldi. Yıllardır tartışılmakta olan Nâzım Hikmet’in Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi yolu açılmış gibi görünmesine rağmen bu düzenlemenin sadece yaşamakta olan kişiler için olduğu ve Nâzım Hikmet’i kapsamadığını belirtilerek bu yöndeki talepler reddedildi. Daha sonra dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu TBMM İçişleri Komisyonunda “Tasarıda, şahsa bağlı hak olduğu için bizzat müracaat etmesi gerekir. Arkadaşlarım da olumlu şeyler belirttiler, komisyonda görüşülür, bir karar verilir” dedi.
2009 yılının 5 Ocak günü “Nâzım Hikmet Ran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının yürürlükten kaldırılmasına ilişkin önerge” Bakanlar Kurulunda imzaya açıldı. Nâzım Hikmet Ran’a yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının iade edilmesine ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve imzaya açıldığını ifade eden hükûmet sözcüsü Cemil Çiçek 1951 yılında vatandaşlıktan çıkartılan Nâzım Hikmet’in yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmasına ilişkin önerinin Bakanlar Kurulu’ tarafından oylanarak kabul edildiğini söyledi.
Bakanlar Kurulunun 5 Ocak 2009 tarihinde aldığı bu karar 10 Ocak 2009 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlandı ve Nâzım Hikmet Ran 58 yıl sonra yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu.



Üslubu ve başarıları
Nâzım Hikmet ilk şiirlerini hece ölçüsü ile yazmaya başladı fakat bunlar içerik bakımından diğer hececilerden farklıydı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece ölçüsü ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliği’nde yaşadığı ilk yıllar olan 1922 ile 1925 arasında bu arayış doruğa çıktı. Hem içerik hem de biçim bakımından dönemindeki şairlerden farklıydı. Hece ölçüsünden ayrılarak Türkçenin vokal özellikleri ile ahenk oluşturan serbest ölçüyü benimsedi. Mayakovski ve fütürizm taraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi.
«
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan,
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak.
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın.
Yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim… »

(Nâzım Hikmet)



Şiirlerinden birçoğu Fikret Kızılok, Cem Karaca, Gülden Karaböcek, Selda Bağcan, İlhan İrem, Edip Akbayram, Fuat Saka, Grup Yorum, Ezginin Günlüğü, Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya gibi sanatçılar ve gruplar tarafından bestelendi. Nazım Hikmet’in “Niye Böyle Geç Kaldın” adlı eseri Gülden Karaböcek, “Memleketim” adlı eseri Selda Bağcan, “Hoşgeldin Kadınım” adlı eseri İlhan İrem, “Güzel Günler Göreceğiz” adlı eseri Edip Akbayram, “Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Parkı’nda”, “Hep Kahır”, “Çok Yorgunum”, “Mavi Liman”, “Herkes Gibisin” adlı adlı eserleri Cem Karaca tarafından yorumlanarak bestelenmiştir. Ünol Büyükgönenç tarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979’da Güzel Günler Göreceğiz ismiyle kaset olarak çıktı. Birkaç şiiri ise Yunan besteci Manos Loizos tarafından bestelendi. Ayrıca bazı şiirleri Yeni Türkü grubunun eski üyesi Selim Atakan tarafından da bestelendi. Salkım söğüt adlı şiiri Ethem Onur Bilgiç’in 2014 tarihli animasyon filmine konu oldu.
Şairin anısına “Nazım Hikmet Memleket” adlı şarkı Leman Sam, İlhan Şeşen ve Edip Akbayram tarafından yorumlanmıştır.
UNESCO’nun ilan ettiği 2002 Nâzım Hikmet Yılı için besteci Suat Özönder Şarkılarda Nâzım Hikmet adlı bir albüm hazırladı ve Kültür Bakanlığının katkılarıyla Yeni Dünya plak şirketi tarafından hayata geçirildi.
2008 yılının ilk günlerinde Nâzım Hikmet’in eşi Piraye’nin torunu Kenan Bengü tarafından Piraye’nin evrakları arasında Dört Güvercin adında bir şiiri ve üç adet tamamlanmamış roman taslağı bulundu.
2020 yazında Kitap-lık dergisi TÜSTAV Komintern Arşivinde yaptığı çalışmalarla keşfedilen İstanbul’da 1 Mayıs, Beyanname, Gecenin Penceresinde, İtiraf ve Hayatımız Yirmi İki Kelimede isimli şiirlerini yayımladı.



Eserleri
Nâzım Hikmet eserleri listesi
Nâzım Hikmet şiirleri listesi
Bestelenmiş şiirleri
Ahmet Aslan, Geberiyorum
Ahmet Kaya, Aynı Daldaydık
Ahmet Kaya, Şeyh Bedrettin (Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı şiirinden uyarlama)
Athena, Geberiyorum
Bulutsuzluk Özlemi, Bedrettin albümü (Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı şiirinden uyarlama)
Büyük Ev Ablukada, Güneş Yerinde (Yaşamaya Dair şiirinden uyarlama)
Cem Karaca, Ceviz Ağacı
Cem Karaca, Çok Yorgunum (Mavi Liman şiirinden uyarlama)
Cem Karaca, Hasret (Davet şiirinden uyarlama)
Cem Karaca, Herkes Gibi
Cem Karaca, Hoşgeldin Kadınım (Hoş Geldin şiirinden uyarlama)
Cem Karaca, Kerem Gibi
Cem Karaca, Şeyh Bedrettin Destanı (Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı şiirinden uyarlama)
Edip Akbayram, Gidenlerin Türküsü
Edip Akbayram, Güzel Günler Göreceğiz (Nikbinlik şiirinden uyarlama)
Edip Akbayram, Korkuyorlar
Esin Afşar, Tahir ile Zühre Meselesi
Ezginin Günlüğü, Japon Balıkçısı
Ezginin Günlüğü, Seni Düşünmek Güzel Şey
Fikret Kızılok, Akın Var
Gülden Karaböcek, Niye Böyle Geç Kaldın
Grup Baran, Güneşi İçenlerin Türküsü
Grup Baran, Salkım Söğüt
Grup Munzur, Kerem Gibi
Grup Yorum, Ben Bir Asker Kaçağıyam
Grup Yorum, Bu Memleket Bizim
Grup Yorum, İnsanların İçindeyim
Grup Yorum, Veda
Hümeyra, Yaşamaya Dair
Hüsnü Arkan, Bor Oteli
İlhan İrem, Hoşgeldin Kadınım
İlkay Akkaya, Beyazıt Meydanı
Mesud Cemil, Kanatları Gümüş Yavru Bir Kuş
Onur Akın, Sev Bakalım
Onur Akın, Seviyorum Seni
Ruhi Su, Kadınlarımız Ruhi Su, Masalların Masalı Ruhi Su, Onlar Ki
Selda Bağcan, Nice Nice Yıllara
Sümeyra Çakır, Hürriyet Kavgası
Taci Uslu, Piraye
Yeni Türkü, Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü
Yeni Türkü, Mapushane Kapısı
Yeni Türkü, Öldükten sonra
Yeni Türkü, Sen
Zülfü Livaneli, Bulut Mu Olsam
Zülfü Livaneli, Hoşçakal Kardeşim Deniz
Zülfü Livaneli, Karlı Kayın Ormanı
Zülfü Livaneli, Kız Çocuğu
Zülfü Livaneli, Memetçik Memet
Zülfü Livaneli, Saat Dört Yoksun
Zülfü Livaneli, Şeyh Bedrettin Destanı (Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı şiirinden uyarlama)
Zülfü Livaneli, Vapur
Hakkındaki eserler
Mavi Gözlü Dev (Bursa cezaevi yıllarını anlatan film, 2007)
Merhaba Güzel Vatanım (biyografik film, 2019)
Bu Dünyadan Nâzım Geçti (Vâlâ Nureddin)
Nâzım Üstüne (Abidin Dino)
Mavi Gözlü Dev (Zekeriya Sertel)
Nâzım Hikmet’in Son Yılları (Zekeriya Sertel)
Nâzım Hikmet ile Serteller (Yıldız Sertel)
Giderayak: Anılarımdaki Nâzım Hikmet (Gün Benderli)
Nâzım’ın Özgürlük Savaşı (Mehmet Ali Sebük)
Nâzım Hikmet: Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Tartışmaları, Dünya Görüşü, Şiirinin Gelişmeleri (Memet Fuat)
Nâzım Hikmet’in Gerçek Yaşamı (6 cilt, Kemal Sülker)
Komintern Belgelerinde Nâzım Hikmet (TÜSTAV)
Hava Kurşun Gibi Ağır: Nazım Hikmet’in Romanı (Hıfzı Topuz)
Nâzım’ın Siyasal Yaşamı ve Davaları (Atilla Coşkun)
Nâzım (Can Dündar)
Çizgilerle Nâzım Hikmet (Müjdat Gezen, Savaş Dinçel)
Romantik Komünist (Saime Göksu, Edward Timms)
Nâzım Hikmet ve Memleket (Göksel Aymaz)
Nâzım Hikmet – Siyasi Biyografi (Hikmet Akgül)
Sevdalınız Komünisttir: Nâzım Hikmet’in Siyasal Yaşamı (Emin Karaca)
Tepeden Tırnağa Nâzım Hikmet (Emin Karaca)
Nâzım (Aydın Aydemir)

Şiirleri

 

    • Ceviz Ağacı
    • Tahirle Zühre Meselesi
    • Yaşamaya Dair
    • Otobiyografi
    • 2-1-924
    • Açlık Ordusu Yürüyor
    • Ben Bir İnsan
    • Aşı
    • Ben Senden Önce Ölmek İsterim
    • Bence Şimdi Sen de Herkes Gibisin
    • enim Oğlan Fotoğraflarda Büyüyor
    • Berkley
    • Beş Satırla
    • Beyazıt Meydanındaki Ölü
    • Bir Acayip Duygu
    • Bir Ayrılış Hikayesi
    • Bir Cezaevinde Tecritteki Adamın Mektupları
    • Bir Gemici Türküsü
    • Bir Hazin Hürriyet
    • Bir Kız Vardı Japonya’da
    • Bir Küvet Hikayesi
    • Bu Vatana Nasıl Kıydılar
    • Bulutlar Adam Öldürmesin
    • Büyük İnsanlık
    • Cevap Numara Dört
    • Çankırı Hapishanesinden Mektuplar
    • Çocuklarımıza Nasihat
    • Davet
    • Doğum
    • Seni Düşünmek
    • Bugün Pazar
    • Bulut mu Olsam
    • Dünyanın En Tuhaf Mahluku
    • Gözlerin
    • Güneşi İçenlerin Türküsü
    • Hasret
    • İnsan
    • Hürriyet Kavgası
    • Japon Balıkçısı
    • Karıma Mektup
    • Kerem Gibi
    • Kız Çocuğu
    • Mavi Gözlü Dev
    • Mavi Liman
    • Nikbinlik
    • Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri 20 Eylül 1945
    • Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri 24 Eylül 1945
    • Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri 23 Eylül 1945
    • Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri 8 Ekim 1945
    • Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri Aralık Ayının Başı 1945
    • Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri
    • Sevgilim
    • Seviyorum Seni
    • Şehitler
    • Türkiye İşçi Sınıfına Selam
    • Vatan Haini
    • Yaşamak Seni Sevmek Gibi
    • Yine Sana Dair
    • Yine de İyimserlik
    • Yürümek

 

CEVİZ AĞACI

 

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,

 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,

 

Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.

 

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.

 

Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.

 

Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,

 

Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.

 

Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.

 

Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.

 

Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.

 

Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.

 

Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.

 

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.



Nâzım HİKMET



TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ



Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

 

Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,

 

Bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte

 

Yani yürekte.



Meselâ bir barikatta dövüşerek

 

Meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken

 

Meselâ denerken damarlarında bir serumu

 

Ölmek ayıp olur mu?



Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

 

Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.



Seversin dünyayı doludizgin

 

Ama o bunun farkında değildir

 

Ayrılmak istemezsin dünyadan

 

Ama o senden ayrılacak

 

Yani sen elmayı seviyorsun diye

 

Elmanın da seni sevmesi şart mı?

 

Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık

 

Yahut hiç sevmeseydi

 

Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?



Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

 

Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.



Nazım HİKMET



YAŞAMAYA DAİR



1



Yaşamak şakaya gelmez,

 

Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

 

Bir sincap gibi mesela,

 

Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

 

Yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

 

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

 

Yani o derecede, öylesine ki,

 

Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

 

Yahut kocaman gözlüklerin,

 

Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

 

İnsanlar için ölebileceksin,

 

Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

 

Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

 

Hem de en güzel en gerçek şeyin

 

Yaşamak olduğunu bildiğin halde.

 

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

 

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

 

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

 

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

 

Yaşamak yanı ağır bastığından.



1947

 



2

 

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,

 

Yani, beyaz masadan,

 

Bir daha kalkmamak ihtimali de var.

 

Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini

 

Biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,

 

Hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,

 

Yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz

 

En son ajans haberlerini.

 

Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,

 

Diyelim ki, cephedeyiz.

 

Daha orda ilk hücumda, daha o gün

 

Yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.

 

Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,

 

Fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz

 

Belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

 

Diyelim ki hapisteyiz,

 

Yaşımız da elliye yakın,

 

Daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.

 

Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,

 

İnsanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla

 

Yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

 

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım

 

Hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…



1948



3

 

Bu dünya soğuyacak,

 

Yıldızların arasında bir yıldız,

 

Hem de en ufacıklarından,

 

Mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,

 

Yani bu koskocaman dünyamız.

 

Bu dünya soğuyacak günün birinde,

 

Hatta bir buz yığını

 

Yahut ölü bir bulut gibi de değil,

 

Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak

 

Zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

 

Şimdiden çekilecek acısı bunun,

 

Duyulacak mahzunluğu şimdiden.

 

Böylesine sevilecek bu dünya

 

“Yaşadım” diyebilmen için…



Nazım HİKMET



OTOBİYOGRAFİ



1902’de doğdum

 

Doğduğum şehre dönmedim bir daha

 

Geriye dönmeyi sevmem

 

Üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim

 

On dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği

 

Kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu

 

Ve on dördümden beri şairlik ederim



Kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir

 

Ben ayrılıkların

 

Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını

 

Ben hasretlerin



Hapislerde de yattım büyük otellerde de

 

Açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir



Otuzumda asılmamı istediler

 

Kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini

 

Verdiler de

 

Otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu

 

Elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ’dan Havana’ya



Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’de

 

961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır



Partimden koparmağa yeltendiler beni

 

Sökmedi

 

Yıkılan putların altında da ezilmedim



951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün

 

52’de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü



Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım

 

Şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile

 

Aldattım kadınlarımı

 

Konuşmadım arkasından dostlarımın



İçtim ama akşamcı olmadım

 

Hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana



Başkasının hesabına utandım yalan söyledim

 

Yalan söyledim başkasını üzmemek için

 

Ama durup dururken de yalan söyledim



Bindim tirene uçağa otomobile

 

Çoğunluk binemiyor

 

Operaya gittim

 

Çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın

 

Çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den beri

 

Camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye

 

Ama kahve falıma baktırdığım oldu



Yazılarım otuz kırk dilde basılır

 

Türkiye’mde Türkçemle yasak



Kansere yakalanmadım daha

 

Yakalanmam da şart değil

 

Başbakan filân olacağım yok

 

Meraklısı da değilim bu işin

 

Bir de harbe girmedim

 

Sığınaklara da inmedim gece yarıları

 

Yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında

 

Ama sevdalandım altmışıma yakın

 

Sözün kısası yoldaşlar

 

Bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da

 

İnsanca yaşadım diyebilirim

 

Ve daha ne kadar yaşarım

 

Başımdan neler geçer daha

 

Kim bilir.



11 Eylül 1961 / Doğu Berlin.



Nazım HİKMET



21-1-924



Lambayı yakma, bırak,

 

Sarı bir insan başı

 

Düşmesin pencereden kara.

 

Kar yağıyor

 

Karanlıklara.

 

Kar yağıyor

 

Ve ben hatırlıyorum.

 

Kar…

 

Üflenen bir mum gibi söndü

 

Koskocaman ışıklar..

 

Ve şehir

 

Kör bir insan gibi kaldı

 

Altında yağan karın.

 

Lambayı yakma, bırak!

 

Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların

 

Dilsiz olduklarını anlıyorum.

 

Kar yağıyor

 

Ve ben hatırlıyorum.



Nâzım HİKMET



AÇLIK ORDUSU YÜRÜYOR



Açlık ordusu yürüyor

 

Yürüyor ekmeğe doymak için

 

Ete doymak için

 

Kitaba doymak için

 

Hürriyete doymak için.

 

Yürüyor köprüler geçerek kıldan ince kılıçtan keskin

 

Yürüyor demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak

 

Yürüyor ayakları kan içinde.

 

Açlık ordusu yürüyor

 

Adımları gök gürültüsü

 

Türküleri ateşten

 

Bayrağında umut

 

Umutların umudu bayrağında.

 

Açlık ordusu yürüyor

 

Şehirleri omuzlarında taşıyıp

 

Daracık sokakları karanlık evleriyle şehirleri

 

Fabrika bacalarını

 

Paydostan sonralarının tükenmez yorgunluğunu taşıyarak.

 

Açlık ordusu yürüyor

 

Ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp

 

Ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta.

 

Açlık ordusu yürüyor

 

Yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için

 

Hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor

 

Yürüyor ayakları kan içinde.



Nâzım HİKMET



Ben bir insan,



Ben bir Türk şairi Nazım Hikmet

 

Ben tepeden tırnağa insan

 

Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret…



Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum,

 

Hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler.



Nazim Nazim



Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem

 

Zindandan dönen insan ruhundan, hem kitlelerin

 

Daha güzel günler için savaşından, hem bir tek

 

İnsanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak

 

İstiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan

 

Bahseden şiirler yazmak istiyorum.



Nâzım Hikmet



AŞI



1



Tarla hazırdı

 

Koyu esmer eti anadan doğma çırılçıplak

 

Tarla hazırdı

 

Şişkin ıslak dudaklarını açmıştı yarı yarıya

 

Uzun sürmedi bekleyiş

 

Sabah aydınlığında canlı küçük kurtlar gibi yukardan saçılıp aktı tohum

 

Hazla ürperdi toprak

 

İçine çekti akanı

 

Açılıp kapanarak

 

Açılıp kapanarak

 

Sonra da mahmur

 

Bir kat daha güzel

 

Terli kabarık

 

Gerindi

 

Ben ölümden kuvvetliyim diyebilirdi

 

Gebeydi artık



2



Arılar fırladı güneşe doğru

 

En önde kızoğlankız yeni beyarı

 

Nazlı bir vızıltıdır zar gibi ince şeffaf kanatları

 

Beli koptu kopacak

 

Altın tüylü süzme karnında da üç kızıl kuşak

 

Yetişip önledi onu erkeklerin en güçlüsü

 

Sonra yukarda boşlukta güneşin orda

 

Dikenli incecik bacaklar karıştı birbirine

 

Bir saniye sürdü aşı

 

Silkinip kurtuldu dişi

 

Düştü erkek

 

İçinden kopan elleriyle toprağa



3



Odalarının penceresi ormana açık

 

Ağır yaz bulutlarının altında orman

 

Bir yumurtalık gibi de nemli ılık

 

Erkeğin yüzünde aşağıdan

 

Kadının gözlerinden vuran ışık

 

Ormanın üstüne yağmur boşandı ansızın

 

Yeşil ela gözlerini yumdu kadın

 

Yarı açık ağzında ıslak dişleri berrak duru

 

İçinde taa yüreğinin kökünde sıcak sıcak duydu yağmuru



4



Atan bir damar gibi akıyor nehir

 

Acı yemişleri dikenli dallarıyla duruyor ağaç

 

Duruyor kıraç yabani

 

Güneşte bir şarkı gibi parladı balta

 

Kesildi ağacın gövdesi orta yerinden

 

İhtiyardı esmerdi ıslaktı makta

 

Kanayacaktı da âdeta

 

Aşı bıçağıyla açıldı yarık

 

Sokuldu ucu kalemin

 

Bu kesik

 

Bu yabanı gövdede müjdesi vardı artık

 

Dikensiz dalları

 

İnce kabuklu tatlı yemişleri

 

Geniş yapraklarıyla gelecek olan

 

Yepyeni bir âlemin.



Nâzım Hikmet



Ben Senden Önce Ölmek İsterim



Senden önce ölmek isterim.

 

Gidenin arkasından gelen

 

Gideni bulacak mı zannediyorsun?

 

Ben zannetmiyorum bunu.

 

İyisi mi, beni yaktırırsın,

 

Odanda ocağın üstüne korsun

 

İçinde bir kavanozun.

 

Kavanoz camdan olsun,

 

Şeffaf, beyaz camdan olsun

 

Ki içinde beni görebilesin…

 

Fedakârlığımı anlıyorsun :

 

Vazgeçtim toprak olmaktan,

 

Vazgeçtim çiçek olmaktan

 

Senin yanında kalabilmek için.

 

Ve toz oluyorum

 

Yaşıyorum yanında senin.

 

Sonra, sen de ölünce

 

Kavanozuma gelirsin.

 

Ve orda beraber yaşarız

 

Külümün içinde külün,

 

Ta ki bir savruk gelin

 

Yahut vefasız bir torun

 

Bizi ordan atana kadar…

 

Ama biz

 

O zamana kadar

 

O kadar

 

Karışacağız

 

Ki birbirimize,

 

Atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz

 

Yan yana düşecek.

 

Toprağa beraber dalacağız.

 

Ve bir gün yabani bir çiçek

 

Bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse

 

Sapında muhakkak

 

İki çiçek açacak :

 

Biri sen

 

Biri de ben.

 

Ben

 

Daha ölümü düşünmüyorum.

 

Ben daha bir çocuk doğuracağım.

 

Hayat taşıyor içimden.

 

Kaynıyor kanım.

 

Yaşayacağım, ama çok, pek çok,

 

Ama sen de beraber.

 

Ama ölüm de korkutmuyor beni.

 

Yalnız pek sevimsiz buluyorum

 

Bizim cenaze şeklini.

 

Ben ölünceye kadar da

 

Bu düzelir herhalde.

 

Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?

 

İçimden bir şey :

 

Belki diyor.



18 Şubat 1945




Piraye Nâzım Hikmet



Bence Şimdi Sen De Herkes Gibisin



Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin

Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin

Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin





Nazım Hikmet

Seni Düşünmek




Seni düşünmek güzel şey,
ümitli şey,
dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey…
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil,
şarkı söylemek istiyorum…





Nazım Hikmet


BENİM OĞLAN FOTOĞRAFLARDA BÜYÜYOR



İçimde acısı var yemişi koparılmış bir dalın,

 

Gitmez gözümden hayali Haliçe inen yolun,

 

İki gözlü bir bıçaktır yüreğime saplanmış

 

Evlât hasretiyle hasreti İstanbulun.



Ayrılık dayanılır gibi değil mi?

 

Bize pek mi müthiş geliyor kendi kaderimiz?

 

Elâleme haset mi ediyoruz?

 

Elâlemin babası İstanbulda hapiste,

 

Elâlemin oğlunu asmak istiyorlar

 

Yol ortasında

 

Güpegündüz.

 

Bense burda rüzgâr gibi

 

Bir halk türküsü gibi hürüm,

 

Sen ordasın yavrum,

 

Ama asılamıyacak kadar küçüksün henüz.

 

Elâlemin oğlu katil olmasın,

 

Elâlemin babası ölmesin,

 

Eve ekmekle uçurtma getirsin diye,

 

Orda onlar aldı göze ipi.



İnsanlar,



İyi insanlar,

 

Seslenin dünyanın dört köşesinden

 

Dur deyin,

 

Cellât geçirmesin ipi.



Nâzım HİKMET



BERKLEY



Behey

 

Berkley!

 

Behey on sekizinci asrın filozof peskoposu.

 

Felsefenden tüten günlük kokusu

 

Başımızı döndürmek içindir.

 

Hayat kavgasında bizi

 

Dizüstü süründürmek içindir.



Behey

 

Berkley,

 

Behey Allahın

 

Cebrail şeklindeki Ezraili,

 

Behey on sekizinci asrın en filozof katili!

 

Hâlâ geziyor İskoçya köylerinde

 

Adımlarının sesi.

 

Hâlâ uluyor adımlarının sesine

 

Tüyleri kanlı bir köpek.

 

Hâlâ

 

Her gece titreyerek

 

Görüyor gölgeni İskoçya köylüleri

 

Evlerinin

 

Camlarında!

 

Hâlâ

 

Kanlı beş parmağının izi var

 

O beyaz buzlu camlar gibi şimal akşamlarında!



Behey

 

Berkley!

 

Behey meyhane kızlarının kara cübbeli kavalyesi,

 

Kıralın şövalyesi,

 

Sermayenin altın sesi,

 

Ve Allahın peskoposu!

 

Felsefenden tüten günlük kokusu

 

Başımızı döndürmek içindir.

 

Hayat kavgasında bizi

 

Dizüstü süründürmek içindir!



Her kelimen

 

Kelepçelerken

 

Bileklerimizi,

 

Kıvrılan

 

Bir yılan

 

Gibi satırların

 

Sokmak istiyor yüreklerimizi.

 

Beli hançerli bir İsaya benziyor resmin.

 

Sivriliyor kitaplarından ismin

 

Sivri yosunlu ucundan

 

Kızıl kan

 

Damlıyan

 

Yeşil bir diş gibi.

 

Her kitabın

 

Diz çökmüş önünde Rabbın

 

Kara kuşaklı bir keşiş gibi..

 

Sen bu kıyafetle mi bizi kandıracaktın,

 

İnandıracaktın?

 

Biz İsanın vuslatını bekleyen

 

Bir rahibe değiliz ki!



Behey

 

Berkley!

 

Behey tilkilerin şahı tilki!

 

Çalarken satırların zafer düdüğü,

 

Küçük bir taş parçasının en küçüğü

 

İmparatorların imparatoru gibi çıkınca karşısına,

 

Hemen anlaşmak için

 

Bir kapı açıyorsun,

 

Binip Allahının sırtına

 

Soldan geri kaçıyorsun!

 

Kaçma dur!

 

Her yol Romaya gider,

 

— Bu belki doğrudur —

 

Fakat

 

Fikri evvel gören her felsefenin

 

Safsata iklimidir yelken açtığı yer!

 

Bu bir hakikat

 

— hem de mutlak cinsinden — !

 

İşte sen

 

İşte senin felsefen:

 

Sen o sarı kırmızı rengini gördüğün

 

Cilâlı derisine parmaklarını sürdüğün

 

Parlak

 

Yuvarlak

 

Elmaya:

 

«Fikirlerin bir

 

Terkibidir,»

 

Diyorsun!

 

Dışımızda bize bağlanmadan

 

Var olan

 

Varlığı

 

İnkâr ediyorsun!



Şu mavi deniz

 

Şu mavi denizde yüzen beyaz yelkenli gemi,

Kendi kendinden aldığın fikirlerdir, öyle mi?

 

Mademki kendi fikrindir yüzen gemi,

 

Mademki kendi fikrindir umman,

 

Ne zaman var,

 

Ne mekân!

 

Ne senin haricinde bir vücut

 

Ne senden evvel kimse mevcut,

 

Ne senden sonra kâinat baki

 

Bir sen

 

Bir de Allah hakikî.



Lâkin ey kara meyhanelerin sarhoş papazı!

 

Senin dışında değil miydi

 

Kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı?

 

Yoksa kendi altında sen

 

Kendinle mi yattın?

 

Diyelim ki senden evvel baban yok

 

İsa gibi.

 

Yine fakat bacakları arasından çıktığın

 

Meryem gibi bir anan da mı yok!

 

Diyelim ki yapyalnızsın

 

Turu Sinada Musa gibi,

 

Ne yazık! Tevratını okuyan da mı yok!

 

Çok yalan söylemişsin çok.



Sen emin ol ki Berkley

 

— olmasan da zarar yok —

 

Bu şi’re benzer yazıda hissene düşen şey:

 

Biraz alay

 

Biraz şaka

 

Ve birkaç tokat

 

— eldivensiz cinsinden —

 

Neyleyim?

 

Neş’e kavganın musikisidir.

 

Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz

 

Neş’enin çelik ahengini duymayan adam;

 

Neş’e … İyi şeydir vesselam,

 

— baş döndürmezse eğer —

 

Ve işte bizimkiler

 

Güldüler mi,

 

Ağız dolusu gülüyorlar.

 

Kabahat onların kuvvetinde:

 

Yoksa ne sende

 

Ne de bende!



Dinle Berkley!

 

— dinlemesen de olur —

 

Biz dinleyelim:

 

Beynimiz bal yoğuran

 

Bir kovan.

 

Ona balı dolduran

 

Arıdır hayat.

 

Aldığımız hislerin

 

Sonsuz derin

 

Pınarıdır kâinat!

 

Kâinat geniş

 

Kâinat derin

 

Kâinat uçsuz bucaksız!

 

Biz onun parçaları,

 

Biz ondan doğan bir sürü bacaksız!

 

Biz o bacaksızların

 

— anasını inkâr etmeyen cinsi —

 

Çünkü biz

 

Emredenlere emir verenlerden değiliz!

 

Bağlıyız toprağa

 

Kalın halatlar gibi kollarımızla!

 

Çelik dişleri şimşekli çarklılar

 

Koparırken kara toprağın esrarını,

 

Biz

 

Seyretmedeyiz

 

Cihan içinden cihanların

 

Doğuşunu;

 

Kehkeşanların

 

Gümüş aydınlığında!

 

Görmüşüz,

 

Görmedeyiz

 

Yılların yollarında toprak oluşunu

 

Kızıl kadife dudaklı kızların!

 

Çiziyor hareketi gözlerimize

 

Sonsuz maviliklerde

 

Kuyrukluyıldızların

 

Sırma saçlarından kalan izler.



Her habbe koynunda bir kubbeyi gizler!..



Şu denizler,

 

Şu denizlerin üstünde denizler gibi esen,

 

Rüzgârların uğultusu.

 

Şu ipi kopmuş

 

İnci bir gerdanlık gibi damlayan su,

 

Şu bir damla su,

 

Uzaklaştıkça, yaklaşılan

 

Hakikati gizler..



Her yeni ummanla beraber

 

Bir yeni imkân!

 

Kâinat geniş

 

Kâinat derin

 

Kâinat uçsuz bucaksız!



Behey!

 

Berkley!

 

Behey bir karış boyuna bakmadan

 

Karpatları inkâr eden cüce!

 

Ahrete gittiysen eğer

 

Oradan bir taç gönder,

 

Süslemek için Allahının kafasını!

 

Fakat buradan

 

Topla hemen tarağını tasını,

 

Haraç mezat!

 

Haraç mezat!

 

Götür pazara bir pula sat:

 

Topraktaki saltanatın

 

Göğe çıkan tahtını!



Yok üstünde tabiatın

 

Tabiattan gayri kuvvet!..

 

Tabiat geniş

 

Tabiat derin

 

Tabiat uçsuz bucaksız!..



1926



Nazım Hikmet



BEŞ SATIRLA



Annelerin ninnilerinden

 

Spikerin okuduğu habere kadar,

 

Yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,

 

Anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,

 

Anlamak gideni ve gelmekte olanı.



1946



Nazım Hikmet



BEYAZIT MEYDANI’NDAKİ ÖLÜ



Bir ölü yatıyor

 

On dokuz yaşında bir delikanlı

 

Gündüzleri güneşte

 

Geceleri yıldızların altında

 

İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda.



Bir ölü yatıyor

 

Ders kitabı bir elinde

 

Bir elinde başlamadan biten rüyası

 

Bin dokuz yüz altmış yılı Nisanında

 

İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda.



Bir ölü yatıyor

 

Vurdular

 

Kurşun yarası

 

Kızıl karanfil gibi açmış alnında

 

İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda.



Bir ölü yatacak

 

Toprağa şıp şıp damlayacak kanı

 

Silâhlı milletimin hürriyet türküleriyle gelip

 

Zaptedene kadar

 

Büyük meydanı.



Mayıs 1960



Nazım Hikmet



BİR ACAYİP DUYGU



«Mürdüm eriği

 

Çiçek açmıştır.

 

— ilkönce zerdali çiçek açar

 

Mürdüm en sonra —



Sevgilim,

 

Çimenin üzerine

 

Diz üstü oturalım

 

Karşı-be-karşı.

 

Hava lezzetli ve aydınlık

 

— fakat iyice ısınmadı daha —

 

Çağlanın kabuğu

 

Yemyeşil tüylüdür

 

Henüz yumuşacık…

 

Bahtiyarız

 

Yaşayabildiğimiz için.

 

Herhalde çoktan öldürülmüştük

 

Sen Londra’da olsaydın

 

Ben Tobruk’ta olsaydım, bir İngiliz şilebinde yahut…



Sevgilim,

 

Ellerini koy dizlerine

 

— bileklerin kalın ve beyaz —

 

Sol avucunu çevir :

 

Gün ışığı avucunun içindedir

 

Kayısı gibi…



Dünkü hava akınında ölenlerin

 

Yüz kadarı beş yaşından aşağı,

 

Yirmi dördü emzikte…



Sevgilim,

 

Nar tanesinin rengine bayılırım

 

— nar tanesi, nur tanesi —

 

Kavunda ıtrı severim

 

Mayhoşluğu erikte ……….»



………. Yağmurlu bir gün

 

Yemişlerden ve senden uzak

 

— daha bir tek ağaç bahar açmadı

 

Kar yağması ihtimali bile var —

 

Bursa cezaevinde

 

Acayip bir duyguya kapılarak

 

Ve kahredici bir öfke içinde

 

İnadıma yazıyorum bunları,

 

Kendime ve sevgili insanlarıma inat.



7.2.1941



Nazım Hikmet



BİR AYRILIŞ HİKAYESİ



Erkek kadına dedi ki:

 

-Seni seviyorum,

 

Ama nasıl,

 

Avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp

 

Parmaklarımı kanatarak

 

Kırasıya

 

Çıldırasıya…

 

Erkek kadına dedi ki:

 

-Seni seviyorum,

 

Ama nasıl,

 

Kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,

 

Yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,

 

Yüzde hudutsuz kere yüz…

 

Kadın erkeğe dedi ki:

 

-Baktım

 

Dudağımla, yüreğimle, kafamla;

 

Severek, korkarak, eğilerek,

 

Dudağına, yüreğine, kafana.

 

Şimdi ne söylüyorsam

 

Karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..

 

Ve ben artık

 

Biliyorum:

 

Toprağın –

 

Yüzü güneşli bir ana gibi –

 

En son en güzel çocuğunu emzirdiğini..

 

Fakat neyleyim

 

Saçlarım dolanmış

 

Ölmekte olan parmaklarına

 

Başımı kurtarmam kabil

 

Değil!

 

Sen

 

Yürümelisin,

 

Yeni doğan çocuğun

 

Gözlerine bakarak..

 

Sen

 

Yürümelisin,

 

Beni bırakarak…

 

Kadın sustu.

 

SARILDILAR

 

Bir kitap düştü yere…

 

Kapandı bir pencere…

 

AYRILDILAR…



Nazım Hikmet



BİR CEZAEVİNDE, TECRİTTEKİ ADAMIN MEKTUPLARI



1



Senin adını

 

Kol saatımın kayışına tırnağımla kazıdım.

 

Malum ya, bulunduğum yerde

 

Ne sapı sedefli bir çakı var,

 

(bizlere âlâtı-katıa verilmez),

 

Ne de başı bulutlarda bir çınar.

 

Belki avluda bir ağaç bulunur ama

 

Gökyüzünü başımın üstünde görmek

 

Bana yasak…

 

Burası benden başka kaç insanın evidir?

 

Bilmiyorum.

 

Ben bir başıma onlardan uzağım,

 

Hep birlikte onlar benden uzak.

 

Bana kendimden başkasıyla konuşmak

 

Yasak.

 

Ben de kendi kendimle konuşuyorum.

 

Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi

 

Şarkı söylüyorum karıcığım.

 

Hem, ne dersin,

 

O berbat, ayarsız sesim

 

Öyle bir dokunuyor ki içime

 

Yüreğim parçalanıyor.

 

Ve tıpkı o eski

 

Acıklı hikâyelerdeki

 

Yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,

 

Mavi gözleri ıslak

 

Kırmızı, küçücük burnunu çekerek

 

Senin bağrına sokulmak istiyor.

 

Yüzümü kızartmıyor benim

 

Onun bu an

 

Böyle zayıf

 

Böyle hodbin

 

Böyle sadece insan

 

Oluşu.



Belki bu hâlin

 

Fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır.

 

Belki de sebep buna

 

Bana aylardır

 

Kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan

 

Bu demirli pencere

 

Bu toprak testi

 

Bu dört duvardır…



Saat beş, karıcığım.

 

Dışarda susuzluğu

 

Acayip fısıltısı

 

Toprak damı

 

Ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran

 

Bir sakat ve sıska atıyla,

 

Yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı

 

Dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla

 

Ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.



Bugün de apansız gece olacaktır.

 

Bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın.

 

Ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan

 

Bu ümitsiz tabiatın

 

Ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır.

 

Yine o malum sonuna erdik demektir işin,

 

Yani bugün de mükellef bir daüssıla için

 

Yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam.

 

Ben,

 

Ben içerdeki adam

 

Yine mutad hünerimi göstereceğim

 

Ve çocukluk günlerimin ince sazıyla

 

Suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla

 

Yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı

 

Seni böyle uzak,

 

Seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi

 

Kafamın içinde duymak…



2



Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar.

 

Dışarda, bozkırın üstünde birdenbire

 

Taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire…

 

Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar,

 

Dışarda bozkırın üstünde pırıltılar…

 

Ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet,

 

Suyu donmayan testi

 

Ve sabahları çimentonun üstünde güneş…

 

Güneş,

 

Artık o her gün öğle vaktine kadar,

 

Bana yakın, benden uzak,

 

Sönerek, ışıldayarak

 

Yürür…

 

Ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara,

 

Başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı :

 

Dışarda akşam olur,

Bulutsuz bir bahar akşamı…

 

İşte içerde baharın en kötü saatı budur asıl.

 

Velhasıl

 

O pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle

 

Bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı

 

Hürriyet denen ifrit…

 

Bu bittecrübe sabit, karıcığım,

 

Bittecrübe sabit…



3



Bugün pazar.

 

Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.

 

Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak

 

Bu kadar mavi

 

Bu kadar geniş olduğuna şaşarak

 

Kımıldanmadan durdum.

 

Sonra saygıyla toprağa oturdum,

 

Dayadım sırtımı duvara.

 

Bu anda ne düşmek dalgalara,

 

Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.

 

Toprak, güneş ve ben…

 

Bahtiyarım…



1938



Nazım Hikmet



BİR GEMİCİ TÜRKÜSÜ



Rüzgâr,

 

Yıldızlar

 

Ve su.

 

Bir Afrika rüyasının uykusu

 

Düşmüş dalgalara.

 

Işıltılı, kara

 

Bir yelken gibi ince

 

Direğinde geminin.

 

Geçmekteyiz içinden

 

Bir sayısız

 

Bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin.



Yıldızlar

 

Rüzgâr

 

Ve su.

 

Başüstünde bir gemici korosu

 

Su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor,

 

Yıldızlar gibi

 

Rüzgâr gibi

 

Su gibi bir türkü.

 

Bu türkü diyor ki, «Korkumuz yok!

 

İnmedi bir gün bile gözlerimize

 

Bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.»

 

Bu türkü

 

Diyor ki,

 

«Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz

 

Ölümün önünde sigaramızı.»

 

Bu türkü

 

Diyor ki,

 

«Çizmişiz rotamızı

 

Dostların alkışlarıyla değil

 

Gıcırtısıyla düşmanın

 

Dişlerinin.»

 

Bu türkü diyor ki, «Dövüşmek..»

 

Bu türkü diyor ki, «Işıklı büyük

 

Işıklı geniş ve sınırsız bir limana

 

Dümen suyumuzda sürüklemek denizi..»

 

Bu türkü diyor ki, «Yıldızlar

 

Rüzgâr

 

Ve su…»



Başüstünde bir gemici korosu

 

Bir türkü söylüyor;

 

Yıldızlar gibi

 

Rüzgâr gibi,

 

Su gibi bir türkü..



Nazım Hikmet



BİR HAZİN HÜRRİYET



Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan

 

Yoğurursun

 

Bütün nimetlerin hamurunu.

 

Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı

 

Karun etmek hürriyetiyle hürsün!



Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,

 

İşler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan

 

Değirmenleri,

 

Büyük hürriyetinle parmağın şakağında düşünürsün vicdan

 

Hürriyetiyle hürsün!



Başın ensenden kesik gibi düşük,

 

Kolların iki yanında upuzun,

 

Büyük hürriyetinle dolaşıp durursun,

 

İşsiz kalmak hürriyetiyle hürsün!



En yakın insanınmış gibi verirsin memleketini, günün birinde, mesela,

 

Amerika’ya ciro ederler onu seni de büyük hürriyetinle beraber,

 

Hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün!



Yapışır yakana kopası elleri Valstrit’in, günün birinde, diyelim ki,

 

Kore’ye gönderilebilirsin, büyük hürriyetinle bir çukura

 

Doldurulabilirsin, meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!



Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,

 

Büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,

 

Yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle

 

Hürsün



Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok

 

Hürsün.



Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.



1951



Nazım Hikmet



BİR KIZ VARDI JAPONYADA



Bir kız vardı Japonyada

 

Ufacık, tefecik bir kız,

 

Bir bulut vardı dünyada

 

İşi: öldürmekti yalnız.



Bu bulut bu kızcağızın

 

Öldürdü nineciğini,

 

Külünü göğe savurdu,

 

Sonra, yine apansızın

 

Gelip babasını vurdu,

 

Sonra da kızın kendisini.

 

Ve doymadı ve doymadı

 

Yeni kurbanlar arıyor.

 

Atom ölümüdür adı,

 

Karanlıkta bağırıyor.



Büyük bir birlik kuralım,

 

Canavarı susturalım.

 

Savaş cengine gidelim,

 

Canavarı yok edelim.



Nâzım HİKMET



BİR KÜVET HİKÂYESİ



1



Süleyman’a karısı telefon etti :

 

— Konuşan ben,

 

Ben, Fahire.

 

Tanımadın mı sesimden?

 

Demek çok bağırdım birdenbire.

 

Çığlık mı?

 

Belki…

 

Hayır,

 

Çocuklar hasta değil.

 

Dinle beni :

 

İşini bırak da gel,

 

Çabuk ol ama.

 

Telefonda anlatamam,

 

Olmaz.

 

Daha kıyamet kadar vakit var akşama.

 

Saatlar, saatlar,

 

Kıyamet kadar.

 

Sorma.

 

Dinle beni…

 

Hemen vapur bulamazsan

 

Üsküdar’a kayıkla geç.

 

Bir taksiye atla.

 

Paran yoksa

 

Patrondan avans al.

 

Yolda hiçbir şey düşünme,

 

Mümkün mertebe yalansız gelmeye çalış.

 

Yalan kuvvetliye söylenir

 

Ben kuvvetsizim.

 

Alay etme kuzum.

 

Evet kar yağacak,

 

Evet

 

Hava güzel.

 

Koynuna girdiğim adam gibi

 

Kocam gibi değil,

 

Büyüğüm, akıllım,

 

Babam gibi gel…



2



Geldi Süleyman,

 

Fahire, kocası Süleyman’a sordu :

 

— Doğru mu?

 

— Evet.

 

— Teşekkür ederim Süleyman.

 

Bak işte rahatladım.

 

Bak işte ağlamıyorum artık.

 

Nerde buluşuyordunuz?

 

— Bir otelde.

 

— Beyoğlu tarafında mı?

 

— Evet.

 

— Kaç defa?

 

— Ya üç, ya dört.

 

— Üç mü, dört mü?

 

— Bilmiyorum.

 

— Bunu hatırlamak bu kadar mı güç Süleyman?

 

— Bilmiyorum.

 

— Demek ki bir otel odasında.

 

Kim bilir çarşaflar nasıl kirliydi.

 

Bir İngiliz romanında okudum,

 

Bu işlere yarayan otellerde

 

Kırık küvetler varmış.

 

Sizinkinde de var mıydı Süleyman?

 

— Bilmiyorum.

 

— Hele düşün,

 

Toz pembe çiçekli, kırık bir küvet?

 

— Evet.

 

— Hiç hediye verdin mi?

 

— Hayır.

 

— Çukulata, filân?

 

— Bir defa.

 

— Çok mu seviyordun?

 

— Sevmek mi?

 

Hayır…

 

— Başkaları da var mı Süleyman?

 

— Yok.

 

— Olmadı mı?

 

— Hayır.

 

— Bunu sevdin demek…

 

Başkaları da olsaydı

 

Daha rahat ederdim…

 

Çok mu güzel yatıyordu?

 

— Hayır.

 

— Doğru söyle, bak ne kadar cesurum…

 

— Doğru söylüyorum…

 

— Zaten gösterdiler bana.

 

İnek gibi karı.

 

Belimden kalın bacakları…

 

Fakat zevk meselesi bu…

 

Bir sual daha, Süleyman :

 

Niçin?

 

— Bilmiyorum…



Karanlıkta pencerenin hizasında

 

Karlı, ağır bir çam dalı.

 

Bir hayli zaman oldu

 

Sofada asma saat on ikiyi çalalı.



3



Süleyman’ın karısı Fahire

 

Şunları anlattı kocasına ertesi gün :

 

— … Dayanılmaz bir acı halindeydi

 

Kendime karşı duyduğum merhamet,

 

Ölmeye karar verdimdi, Süleyman…

 

Annem, çocuklarım ve en önde sen

 

Bulacaktınız karda ayak izlerimi.

 

Bekçi, polisler, bir tahta merdiven

 

Ve bir kadın ölüsü çıkaracaktınız

 

Arka arsada bostan kuyusundan.

 

Kolay mı?

 

Gece bostan kuyusuna doğru yürümek,

 

Sonra kenarına çıkıp durarak

 

Baş aşağı atlamak karanlığına?



Fakat bulmadınızsa eğer

 

Karda ayak izlerimi

 

Sade korktuğumdan değil.

 

Bekçi, merdiven, polisler,

 

Dedikodu, kepazelik,

 

Aldatılmış bir zevcenin intiharı :

 

Komik.

 

Niçin öldüğümü anlatmak müşkül.

 

Kime? Herkese, sana meselâ.

 

İnsan, ölmeye karar verirken bile

 

İnsanları düşünüyor…



Sen yatakta uyuyordun

 

Yüzün rahat,

 

Her zaman nasıl uyursan

 

Ondan evvel ve o varken.



Dışarda kar yağmaya başladı.

 

Bir tek gecelikle çıkmak balkona :

 

Zatürree ertesi gün,

 

Nümayişsiz ölüvermek.

 

Hayır,

 

Hiç aklıma gelmedi nezle olmak ihtimali.



Yaktım sobamızı.

 

İyice ısınmak lâzım ilkönce.

 

Ciğer bir çay bardağı gibi çatlarmış.

 

Pencereye, kara bakıyorum :

 

«Eşini gaip eyleyen bir kuş

 

Gibi kar

 

Geçen eyyamı nev baharı arar…»

 

Babam bu şiiri çok severdi.

 

Sen beğenmezsin.

 

«Sağdan sola, soldan sağa lerzânı girizan…»



Lambayı söndürmeden balkona çıktım.

 

« … Gibi kar

 

Düşer düşer ağlar…»

 

Oturdum balkonda iskemleye.

 

Havada çıt yok.

 

Karanlık bembeyaz.

 

Uykudayım sanki.

 

Sanki çok sevdiğim bir insan

 

Korkarak beni uyandırmaktan

 

Yumuşacık dolaşıyor etrafımda.

 

Üşümüyordum.

 

Kederim duruluyor

 

Berraklaşıyor.

 

Odanın camlı kapısından balkona vuran ışık

 

Sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin.

 

Ben rehavetli bir mahzunluk içinde

 

Acayip şeyler düşünüyordum :

 

Feneryolu’ndaki çınar

 

150 yaşındaymış.

 

Ömrü bir gün süren böcekler.

 

Gün gelecek

 

İnsanlar çok uzun

 

Çok bahtiyar yaşayacaklar.

 

İnsanın yüreği ve kafası var…

 

İnsanın elleri…

 

İnsan?

 

Ne zamanki,

 

Nerdeki,

 

Hangi sınıftan?

 

Onların insanları,

 

Bizim insanlarımız.

 

Ve her şeye rağmen

 

Yeni bir dünya için yapılan kavga.

 

Sonra sen

 

Ben

 

Bir kırık küvet

 

Ve benim

 

Kendime karşı duyduğum merhamet…



Kar durdu.

 

Sökmek üzre şafak.

 

Utanarak

 

Odaya döndüm.

 

O anda uyansaydın

 

Sarılıp boynuna…

 

Uyanmadın.

 

Evet,

 

Çok şükür nezle bile değilim.



Şimdi?

 

Zaman zaman hatırlayıp

 

Zaman zaman unutacağım.

 

Yine yan yana yaşayacağız

 

Beni sevdiğine emin olarak.



4



Altı ay kadar geçti aradan.

 

Bir gece karı koca denizden dönüyorlardı.

 

Gökte yıldızlar, ağaçlarda yaz meyveleri vardı.

 

Fahire birdenbire durdu

 

Baktı muhabbetle kocasının gözlerine

 

Ve suratına tükürür gibi bir tokat vurdu.



16.8.1940



BU VATANA NASIL KIYDILAR



İnsan olan vatanını satar mı?

 

Suyun içip ekmeğini yediniz.

 

Dünyada vatandan aziz şey var mı?

 

Beyler bu vatana nasıl kıydınız?



Onu didik didik didiklediler,

 

Saçlarından tutup sürüklediler.

 

Götürüp kâfire : «Buyur…» dediler.

 

Beyler bu vatana nasıl kıydınız?



Eli kolu zincirlere vurulmuş,

 

Vatan çırılçıplak yere serilmiş.

 

Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.

 

Beyler bu vatana nasıl kıydınız?



Günü gelir çarh düzüne çevrilir,

 

Günü gelir hesabınız görülür.

 

Günü gelir sualiniz sorulur :

 

Beyler bu vatana nasıl kıydınız?



1959



Nazım Hikmet



BULUTLAR ADAM ÖLDÜRMESİN



Analardır adam eden adamı

 

Aydınlıklardır önümüzde gider.

 

Sizi de bir ana doğurmadı mı?

 

Analara kıymayın efendiler.

 

Bulutlar adam öldürmesin.



Koşuyor altı yaşında bir oğlan,

 

Uçurtması geçiyor ağaçlardan,

 

Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.

 

Çocuklara kıymayın efendiler.

 

Bulutlar adam öldürmesin.



Gelinler aynada saçını tarar,

 

Aynanın içinde birini arar.

 

Elbet böyle sizi de aradılar.

 

Gelinlere kıymayın efendiler.

 

Bulutlar adam öldürmesin.



İhtiyarlıkta aklına insanın,

 

Tatlı anıları gelmeli yalnız.

 

Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,

 

Efendiler, siz de ihtiyarsınız.

 

Bulutlar adam öldürmesin.



Şubat 1955



Nazım Hikmet



BÜYÜK İNSANLIK



Büyük insanlık gemide güverte yolcusu

 

Tirende üçüncü mevki

 

Şosede yayan

 

Büyük insanlık.



Büyük insanlık sekizinde işe gider

 

Yirmisinde evlenir

 

Kırkında ölür

 

Büyük insanlık.



Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter

 

Pirinç de öyle

 

Şeker de öyle

 

Kumaş da öyle

 

Kitap da öyle

 

Büyük insanlıktan başka herkese yeter.



Büyük insanlığın toprağında gölge yok

 

Sokağında fener

 

Penceresinde cam

 

Ama umudu var büyük insanlığın

 

Umutsuz yaşanmıyor.



7 Ekim, Taşkent, 1958



Nazım Hikmet



CEVAP NUMARA DÖRT



Bu yazı gizli bir din halinde bir nevi Neo-faşist bir ideoloji yaptıkları halde bunu ikrardan sakınanlara aittir. Böyle bir halt karıştırmıyoruz, diyenler üzerlerine alınmayabilirler.



Onlar istiyorlar ki

 

Çift ağızlı baltalarıyla

 

Yuvarlansın kafalarımız önüne yarın –

 

O kara gömlekleri beyaz kordonlu

 

Golf pantolonlu

 

Kadroların..

 

KARDEŞLER!

 

Onlara sokakta rastlarsanız eğer

 

Ölümü görmüş gibi çevirin başınızı.

 

Kirpiksiz sarı gözler gözünüze bakarken

 

Arkadan sırtınıza bir

 

Bıçak girebilir…

 

Onlar istiyorlar ki

 

Kara toprağın kalbi durana kadar

 

Biz pazarda kelepir bir mal gibi satalım

 

Kafamızın ışığını, gücünü kolumuzun..

 

Kadınlarımızı karşılarında oynatalım.

 

Ve dumanlanmağa başlayınca

 

Gözümüzün bakışı,

 

Yavaşlayınca

 

Damarlarımızda kanın akışı

 

Karaya vurmuş balıklar gibi

 

Köprü altlarında yatalım..

 

KARDEŞLER!

 

Onlara elleriniz dokunmuşsa eğer

 

Yedi tas su dökün ellerinize.

 

Yırtarak bayramlık gömleğimi ben

 

Peşkir yaparım size…

 

Biz

 

Ayrı dillerde aynı şarkıyı okuyanlar,

 

Biz

 

Aynı yastıkta yatar gibi

 

Toprağa başlarını yan yana koyanlar,

 

Biz,

 

Yüzümüzün derisi koyu açık yanmış diye,

 

Saçlarımız ayrı ayrı boyanmış diye

 

Barsaklarımızı birbirimizin avucuna dökerek

 

Birbirimizin gırtlağını dişimizle sökerek

 

Gebereceğiz…

 

Ve kadrolar

 

Parlatarak

 

Kara gömleklerinin beyaz kordonlarını

 

Gömecekler kadife koltuklara

 

Golf pantolonlarını…

 

KARDEŞLER!

 

Onların adına benziyorsa adınız eğer

 

Adınızı değiştirin.

 

Vebanın girdiği kapıdan girin

 

Onların evine atmayın ayak….

 

Onlar istiyorlar ki

 

Çift ağızlı baltalarıyla

 

Yuvarlansın kafalarımız önüne yarın –

 

O kara gömlekleri beyaz kordonlu

 

Golf pantolonlu

 

Kadroların……



Nâzım Hikmet

 

ÇANKIRI HAPİSANESİNDEN MEKTUPLAR



1



Saat dört,

 

Yoksun.

 

Saat beş,

 

Yok.

 

Altı, yedi,

 

Ertesi gün,

 

Daha ertesi

 

Ve belki

 

Kim bilir…



Hapisane avlusunda

 

Bir bahçemiz vardı.

 

Sıcak bir duvar dibinde

 

On beş adım kadardı.

 

Gelirdin,

 

Yan yana otururduk,

 

Kırmızı ve kocaman

 

Muşamba torban

 

Dizlerinde…



Kelleci Memed’i hatırlıyor musun?

 

Sübyan koğuşundan.

 

Başı dört köşe,

 

Bacakları kısa ve kalın

 

Ve elleri ayaklarından büyük.

 

Kovanından bal çaldığı adamın

 

Taşla ezmiş kafasını.

 

«Hanım abla» derdi sana.

 

Bizim bahçemizden küçük bir bahçesi vardı,

 

Tepemizde, yukarda,

 

Güneşe yakın,

 

Bir konserve kutusunun içinde…



Bir Cumartesi gününü,

 

Hapisane çeşmesiyle ıslanan

 

Bir ikindi vaktini hatırlıyor musun?

 

Bir türkü söylediydi kalaycı Şaban Usta,

 

Aklında mı :

 

«Beypazarı meskenimiz, ilimiz,

 

Kim bilir nerde kalır ölümüz…?»



O kadar resmini yaptım senin

 

Bana birini bırakmadın.

 

Bende yalnız bir fotoğrafın var :

 

Bir başka bahçede

 

Çok rahat

 

Çok bahtiyar

 

Yem verip tavuklara

 

Gülüyorsun.



Hapisane bahçesinde tavuklar yoktu,

 

Fakat pek âlâ gülebildik

 

Ve bahtiyar olmadık değil.

 

Nasıl haberler aldık

 

En güzel hürriyete dair,

 

Nasıl dinledik ayak seslerini

 

Yaklaşan müjdelerin,

 

Ne güzel şeyler konuştuk

 

Hapisane bahçesinde…



2



Bir akşamüstü

 

Oturup

 

Hapisane kapısında

 

Rubailer okuduk Gazalî’den :

 

«Gece :

 

Büyük lâciverdî bahçe.

 

Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.

 

Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.>



Bir gün eğer,

 

Benden uzak,

 

Karanlık bir yağmur gibi,

 

Canını sıkarsa yaşamak

 

Tekrar Gazalî’yi oku.

 

Ve Pîrâyende’m benim,

 

Ben eminim

 

Sen sadece merhamet duyacaksın

 

Ölümün karşısında onun

 

Ümitsiz yalnızlığı

 

Ve muhteşem korkusuna.



Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana :

 

«— Toprak bir kâsedir

 

Çömlekçinin rafında tâcidar,

 

Ve zafer yazıları

 

Yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…»



Birikip sıçramalar.

 

Soğuk

 

Sıcak

 

Serin.



Ve büyük lâciverdi bahçede

 

Başsız ve sonsuz

 

Ve durup dinlenmeden

 

Devranı rakkaselerin…



Bilmiyorum, neden

 

Aklımda hep

 

İlkönce senden duyduğum

 

Çankırılı bir cümle var :

 

«Pamukladı mıydı kavaklar

 

Kiraz gelir ardından.»

 

Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,

 

Fakat

 

Görmüyor, üstat,

 

Kirazın geldiğini.

 

Ölüme ibadeti bundandır.



Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.

 

Akşam.

 

Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.

 

Çeşmeden akıyor su.

 

Ve jandarma karakolunun ışığında

 

Akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.

 

Açıldı demirlerin dışında

 

Büyük, lâciverdî bahçem.

 

A s l o l a n h a y a t t ı r …



Beni unutma Hatçem…



3



Bugün çarşamba :

 

— biliyorsun —

 

Çankırı’nın pazarı.

 

Demir kapımızdan geçip

 

Kamış sepetimizde bize kadar gelecek

 

Yumurtası, bulguru,

 

Yaldızlı, mor patlıcanları…



Dün köylerden inenleri seyrettim :

 

Yorgundular,

 

Kurnaz

 

Ve şüpheli,

 

Ve kaşlarının altında keder.

 

Erkekler eşeklerde,

 

Kadınlar çıplak ayaklarının üstünde geçtiler.

 

Herhalde içlerinde senin bildiklerin vardır.

 

Herhalde iki çarşambadır pazarda :

 

Kırmızı başörtülü

 

«kibirsiz» İstanbulluyu aramışlardır…



20.7.1940



4



Sıcaklar bildiğin gibi değil

 

Ve ben ki yalı uşağıyım,

 

Deniz ne kadar uzak…



İkiyle beş arası

 

Cibinliğin altına uzanarak

 

Ter içinde

 

Kımıldanmadan

 

Gözlerim açık

 

Dinliyorum sineklerin uğultusunu.

 

Biliyorum :

 

Şimdi avluda

 

Duvarlara çarpıyorlardır suyu,

 

Kızgın, kırmızı taşlar tütüyordur.

 

Ve dışarda, otları yanmış kalenin eteğinde

 

Bir kezzap aydınlığı içindedir

 

Simsiyah kiremitleriyle şehir…



Geceleri birdenbire rüzgâr çıkıyor.

 

Sonra kayboluyor birdenbire.

 

Ve karanlıkta canlı bir mahluk gibi soluyup,

 

Yumuşak, tüylü ayaklarıyla dolaşarak

 

Bizi bir şeylerle tehdit ediyor sıcak.

 

Ve zaman zaman

 

Ürpermelerle duyuyoruz derimizin üstünde

 

Bir korku halinde tabiatı…



Bir zelzele olabilir.

 

Zaten üç günlük yere geldi,

 

Salladı çapanoğlu Yozgad’ı.

 

Ve yerlilerin kavlince :

 

Altı tekmil tuz madeni olduğundan

 

Yıkılacak Çankırı şehri

 

Kıyametten kırk gün önce.

 

Yatıp bir gece

 

Başın bir kalasla ezilmiş,

 

Çıkmamak sabaha…

 

Ölümün bu kadar körü ve mendeburu…

 

Ben yaşamak istiyorum biraz daha,

 

Daha bir hayli yaşamak.

 

Bunu birçok şey için istiyorum,

 

Birçok

 

Çok mühim şeyler.



12.8.1940



5



Saat beşte akşam oluyor :

 

İnsanın üstüne doğru yürüyen bulutlarla.

 

Yağmur taşıdıkları belli.

 

Birçoğu

 

Elle tutulacak kadar alçaktan geçiyorlar…

 

Bizim odanın yüz mumluğu,

 

Terzilerin gaz lambası yandı.

 

Terziler ıhlamur içiyorlar…

 

Kış geldi demektir…

 

Üşüyorum.

 

Fakat kederli değilim.

 

Yalnız bize mahsus bir imtiyazdır :

 

Kış günleri hapisanede,

 

Sade hapisanede değil,

 

Bu kocaman

 

Bu ısınası

 

Bu ısınacak dünyada

 

Üşüyüp

 

Kederli olmamak…



26.10.1940



ÇOCUKLARIMIZA NASİHAT



Hakkındır yaramazlık.

 

Dik duvarlara tırman

 

Yüksek ağaçlara çık.

 

Usta bir kaplan

 

Gibi kullansın elin

 

Yerde yıldırım gibi giden bisikletini..

 

Ve din dersleri hocasının resmini yapan

 

Kurşunkaleminle yık

 

Mızraklı İlmihalin

 

Yeşil sarıklı iskeletini..

 

Sen kendi cennetini

 

Kara toprağın üstünde kur.

 

Coğrafya kitabıyla sustur,

 

Seni «Hilkati Âdem»le aldatanı..

 

Sen sade toprağı tanı

 

Toprağa inan.

 

Ayırdetme öz anandan

 

Toprak ananı.

 

Toprağı sev

 

Anan kadar…



1928



Nazım Hikmet



DAVET



Dörtnala gelip Uzak Asya’dan

 

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan

 

Bu memleket, bizim.



Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

 

Ve ipek bir halıya benziyen toprak,

 

Bu cehennem, bu cennet bizim.



Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

 

Yok edin insanın insana kulluğunu,

 

Bu dâvet bizim….



Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

 

Ve bir orman gibi kardeşçesine,

 

Bu hasret bizim…



Nâzım HİKMET



DOĞUM



Anası bir oğlancık doğurdu bana;

 

Kaşsız, sarı bir oğlan,

 

Masmavi kundağında yatan

 

Bir nur topu, üç kilo ağırlığında.



Benim oğlan

 

Dünyaya geldiği zaman,

 

Çocuklar doğdu Korede,

 

Sarı ay çiçeğine benziyorlardı.

 

Makartır kesti onları,

 

Gittiler ana sütüne bile doymadan

 

Benim oğlan

 

Dünyaya geldiği zaman,

 

Çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,

 

Babaları kurşuna dizilmiş.

 

Bu dünyada ilk görülecek şey diye

 

Demir parmaklığı gördüler.



Benim oğlan

 

Dünyaya geldiği zaman

 

Çocuklar doğdu Anadoluda,

 

Mavi gözlü, kara gözlü, elâ gözlü bebeklerdi.

 

Bitlendiler doğar doğmaz

 

Kim bilir kaçı sağ kalır mucize kabilinden.

 

Benim oğlan

 

Benim yaşıma bastığı zaman,

 

Ben bu dünyada olmıyacağım,

 

Ama harikulâde bir beşik olacak dünya,

 

Siyah,

 

Beyaz,

 

Sarı

 

Bütün çocukları

 

Sallıyan

 

Mavi atlas döşekli bir beşik.



Makartır – (Mac Arthur): Amerikan generali. 2. Dünya savaşında

 

Asya’daki Amerikan ordularının kumandanlığını yaptı. Asya halklarına karşı yürüttüğü baskılarla ün saldığı (!) İçin Amerikan hükümeti tarafından Kore savaşının kumandanlığına da atandı.



Nâzım HİKMET



Bugün Pazar




Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…





Nazım Hikmet


Bulut mu Olsam




Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.

Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.





Nazım Hikmet


Dünyanın En Tuhaf Mahluku




Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!





Nazım Hikmet


Gözlerin




Gözlerin gözlerin gözlerin,
ister hapisaneme, ister hastaneme gel,
gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte,
şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte
Antalya tarafında ekinler seher vakti.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
kaç defa karşımda ağladılar
çırılçıplak kaldı gözlerin
altı aylık çocuk gözleri gibi kocaman ve çırılçıplak,
fakat bir gün bile güneşsiz kalmadılar.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
gözlerin bir mahmurlaşmayagörsün
sevinçli bahtiyar
alabildiğine akıllı ve mükemmel
dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa’nın
ve yaz yağmurundan sonra yapraklar
ve her mevsim ve her saat İstanbul.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
gün gelecek gülüm, gün gelecek,
kardeş insanlar birbirine
senin gözlerinle bakacaklar gülüm,
senin gözlerinle bakacaklar.





Nazım Hikmet


Güneşi İçenlerin Türküsü




Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş’ale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!

Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

İşte:
şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş’emiz sıcak!
kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
” o an”
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!

Ölenler
döğüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!

Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
kıvranarak
ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
emreden!
Bu ses!
Bu sesin kuvveti,
bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
vuran,
onları oldukları yerde
durduran
kuvvet!
Emret ki ölelim
emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!

Toprak bakır
gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
Haykıralım!





Nazım Hikmet


Hasret




Denize dönmek istiyorum!
Mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!

Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!





Nazım Hikmet


Hasret




Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.

Yüz yıldır bekler beni
bir şehirde bir kadın.

Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
yol yüz yıllık.

Yüz yıldır alacakaranlıkta
koşuyorum ardından.





Nazım Hikmet


İnsan




Ya hayrandır sana
ya düşman
Ya hiç yokmuş gibi
unutulursun

Ya da bir dakka bile
çıkmazsın akıldan





Nazım Hikmet


Hürriyet Kavgası




Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
Meydanları zaptettiler yine.

Beyazıt’ta şehit düşen
silkinip kalktı kabrinden,
ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını
yıktı Şahmeran’ın mağarasını.

Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.





Nazım Hikmet


Japon Balıkçısı




Denizde bir bulutun öldürdüğü
Japon balıkçısı genç bir adamdı.
Dostlarından dinledim bu türküyü
Pasifik’te sapsarı bir akşamdı.

Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür.
Bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.

Balık tuttuk yiyen ölür,
birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Balık tuttuk yiyen ölür.

Elimize değen ölür.
Tuzla, güneşle yıkanan
bu vefalı, bu çalışkan
elimize değen ölür.
Birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Elimize değen ölür…

Badem gözlüm, beni unut.
Bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.
Üstümüzden geçti bulut.

Badem gözlüm beni unut.
Boynuma sarılma, gülüm,
benden sana geçer ölüm.
Badem gözlüm beni unut.

Bu gemi bir kara tabut.
Badem gözlüm beni unut.
Çürük yumurtadan çürük,
benden yapacağın çocuk.
Bu gemi bir kara tabut.
Bu deniz bir ölü deniz.
İnsanlar ey, nerdesiniz?
Nerdesiniz?




Nazım Hikmet


Karıma Mektup




Bir tanem!
Son mektubunda:
“Başım sızlıyor
yüreğim sersem!”
diyorsun.
“Seni asarlarsa
seni kaybedersem,”
diyorsun,
“yaşayamam!”

Yaşarsın, karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı,
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki, sevgili,
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazım’a!

Ben,
alacakaranlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarım kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim…
Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal!
Paran varsa eğer
bana fanila bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı.
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı.





Nazım Hikmet

 




Kerem Gibi




Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum…

O diyor ki bana:
– Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem
gibi
yana
yana…
“Deeeert
çok,
hemdert
yok”
Yüreklerin
kulakları
sağır…
Hava kurşun gibi ağır…

Ben diyorum ki ona:
– Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karanlıklar aydınlığa..

Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
eritmeğe
çağırıyorum…..





Nazım Hikmet


Kız Çocuğu




Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kağıt gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.





Nazım Hikmet


Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri




O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan bir ev.

Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan ev..





Nazım Hikmet


Mavi Liman




Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın…





Nazım Hikmet


Nikbinlik




Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler göreceğiz…
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere süreceğiz…
Açtık mıydı hele bir son vitesi,
adedi devir.
Motorun sesi.
Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikûlâdedir
160 kilometre giderken öpüşmesi…

Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
yalnız cumaları
yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
Cevap:
açılır kara kaplı kitap:
zindan..
Kayış kapar kolumuzu
kırılan kemik
kan.
Hani şimdi bizim soframıza
haftada bir et gelir.
Ve çocuklarımız işten eve
sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz..
İnanın:
güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler göreceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere süreceğiz…..





Nazım Hikmet


Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri – 20 Eylül 1945




Bu geç vakit
bu sonbahar gecesinde
kelimelerinle doluyum;
zaman gibi, madde gibi ebedî,
göz gibi çıplak,
el gibi ağır
ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
kelimeler.
Kelimelerin geldiler bana,
yüreğinden, kafandan, etindendiler.
Kelimelerin getirdiler seni,
onlar : ana,
onlar : kadın
ve yoldaş olan…
Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,
kelimelerin insandılar…





Nazım Hikmet


Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri – 24 Eylül 1945




En güzel deniz :
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk :
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
henüz söylememiş olduğum sözdür…





Nazım Hikmet


Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri – 23 Eylül 1945




O şimdi ne yapıyor
şu anda şimdi, şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
– hey gülüm,
beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!…-

O şimdi ne yapıyor,
şu anda, şimdi, şimdi?
Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir,
– her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
sevgili, canımın içi ayaklar!…-
Ve ne düşünüyor
beni mi?
Yoksa
ne bileyim
fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut, insanların çoğunun
neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor,
şu anda, şimdi, şimdi?…





Nazım Hikmet


Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri – 8 Ekim 1945




Çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
Bir bakıyorsun ki
ana avrat söver gibi, azgın bir hayvanı döver gibi bugün çalışıyorum,
sonra bir de bakıyorsun ki
ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü
sabahtan akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün.
Ve beni çileden çıkartıyor büsbütün
kendime karşı duyduğum nefret
ve merhamet…

Çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
Yine her seferki gibi haksızım.
Sebep yok,
olması da imkânsız.
Bu yaptığım iş ayıp
rezalet.
Fakat elimde değil
seni kıskanıyorum
beni affet…





Nazım Hikmet


Piraye İçin Yazılmış Saat21 Şiirleri1945 yılı Aralık ayının




İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan,
giyin, kuşan,
benze bahar ağaçlarına…
Hapisten
mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına,
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını,
böyle bir günde yılgın ve kederli değil,
ne münasebet,
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin
kadını…





Nazım Hikmet


Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri




Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Ne güzel şey hatırlamak seni :
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…
İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti…
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti :
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak
koyu bir karanlık…

Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek :
filânca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya…

Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine :
bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım…

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…





Nazım Hikmet


Sevgilim




Sevgilim yalan söylersem sana
Kopsun ve mahrum kalsın dilim
Seni seviyorum demek bahtiyarlığından

Sevgilim yalan yazarsam sana
Kurusun ve mahrum kalsın elim
Okşayabilmek saadetinden seni

Sevgilim yalan söylerse sana gözlerim
İki nadim gözyaşı gibi avuçlarıma aksınlar
Ve göremesinler seni bir daha





Nazım Hikmet


Seviyorum Seni




Seviyorum seni
ekmeği tuza banıp yer gibi

Geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi

Ağır posta paketini
neyin nesi belirsiz
telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi

Seviyorum seni
denizi ilk defa uçakla geçer gibi

İstanbul’da yumuşacık kararırken ortalık
içimde kımıldayan birşeyler gibi
Seviyorum seni
Yaşıyoruz çok şükür der gibi.





Nazım Hikmet


Şehitler




Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
Sakarya’da, İnönü’nde, Afyon’dakiler
Dumlupınar’dakiler de elbet
ve de Aydın’da, Antep’te vurulup düşenler,
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
yatarsınız al kanlar içinde.
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
siz toprak altında derin uykudayken
düşmanı çağırdılar,
satıldık, uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
kalkıp uyandırın bizi!
Uyandırın bizi!
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!





Nazım Hikmet


Türkiye İşçi Sınıfına Selâm!




Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza.

Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!





Nazım Hikmet


Vatan Haini




“Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson’un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
“Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.





Nazım Hikmet


Yaşamak Seni Sevmek Gibi…




Meydan yerinde kampana vurdu. Nerdeyse koğuşların kapıları kapanır.
Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz:
8 yıl…

Yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim.
Yaşamak: Seni sevmek gibi ciddi bir iştir.





Nazım Hikmet


Yine Sana Dair




Sende, ben, kutba giden bir geminin sergüzeştini,
sende, ben, kumarbaz macerasını keşiflerin,
sende uzaklığı,
sende, ben, imkansızlığı seviyorum.

Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine
ve kan ter içinde, aç ve öfkeli,
ve bir avcı istihasıyla etini dişlemek senin.

Sende, ben, imkansızlığı seviyorum,
fakat asla ümitsizliği değil…





Nazım Hikmet


Yine De İyimserlik




kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
uçak sağ salim inebilsin meydana
doktor gülerek çıksın ameliyattan
kör çocuğun açılsın gözleri
delikanlı kurtarılsın kurşuna dizilirken
birbirine kavuşsun yavuklular
düğün dernek yapılsın hem de
susuzluk da suya kavuşsun
ekmek de hürriyete

kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
onların dediği çıkacak
eninde de sonunda da…





Nazım Hikmet


Yürümek




Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!..

Yürümek;
dost omuzbaşlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
yürümek!..

Yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
bilerek
yürümek…

Yürümek;
yürekten
gülerekten
yürümek…





Nazım Hikmet